28 Şubat 2011 Pazartesi

Manchester'dan Aris geçti


Biliyorum maç biteli bir kaç gün oldu ama nedense bugün yazasım geldi. Aris tribünlerini ilk maçta pek fazla beğenmemiştim, ama deplasmanda şov yapmış adamlar. Resimlere ve videolara bakılırsa 7000-8000 kişi var Aris tribününde. Kaçı Yunanistan'dan geldi, kaçı İngiltere'de yaşıyor bilmiyorum. Videodaki görüntülerden sonra çok da fark etmez açıkçası. Adamlar gitmiş beyler.



Yalnız oldukça garibime giden bir şey var, bu maça giden tayfanın onda biri kadar adam Selanik'te bağırsa o staddan Barcelona bile çıkamaz. Çözemedim Aris tribünlerini gerçekten. Yok yok bu böyle olmayacak, yine gitmek lazım.

Nueve Reinas

Arjantin ihracatı bir "Organize İşler" için Nueve Reinas'a buyrun. 2000 yapımı film için, daha önce benzer dolandırıcılık filmlerinde kullanılan ve gördüğümüz çok sayıda klişeye rağmen nefis bir yapım olmuş diyebilirim. Oyunculuklar şahane, hikayenin işlenişi hatasız, müzikler ve mekanlar çok güzel, hatun ablamız acayip, e daha ne olsun. İzlediğim ilk Arjantin yapımı film oldu; futboluna, şehirlerine ve tabi ki kızlarına uzaktan uzaktan hayranlık beslediğimiz ülkenin sinemasını da yakından takibe alıyoruz. İlk etapta El Aura, El Secreto de Sus Ojos, El Hijo de la Novia vb filmlere göz diktik, haydi hayırlısı.


Filmin tek falsosu "Arjantin" filmi olup içinde futbolun yer almaması olabilir. Ne bileyim en azından bir sahneyi La Bombonera'nın orada falan çeker insan değil mi? Dışardan bile görsek, sarı-lacivert bile olsa razıyız. İnşallah diğer filmlerde ucundan da olsa top, konfeti, meşale falan bir şeyler görürüz.

27 Şubat 2011 Pazar

Yüzyılın enayisi seçiliyor

Resmi sitemizden alıntı

Gaziantepspor karşılaşması bilet fiyatları...

TRİBÜN BİLETİX GİŞE MAÇ GÜNÜ ASY


Kategori 1 600 TL 587 TL
Kategori 2 500 TL 487 TL
Kategori 3 350 TL 337 TL
Kategori 4 250 TL 237 TL
Kategori 5 150 TL 137 TL
Kategori 6 80 TL 71 TL
Kategori 7 45 TL 40 TL
Kategori 8 - Rakip Takım 45 TL 40 TL


Şu maça 600 lira verip gelmeyi düşünen varsa beynini en yakın tıp fakültesine bağışlamsını rica ediyorum, çok ciddi araştırmalara ön ayak olabilir kendisi. Tabi bu arada stadını geçen hafta dolduramadıktan sonra üstüne bir mağlubiyet daha alan takımın sezonun muhtemelen en önemli maçına, en ucuz bileti 45 lira yapan yönetimi de tebrik etmek lazım bir kez daha. Yoksa amacınız "aman bileteri pahalı yapalım da kimse gelmesin, olası bir yenilgide yönetim istifa sesleri çıkmasın" mı? Yok canım, yapar mısınız siz öyle şey.

25 Şubat 2011 Cuma

Scum

İngiliz yönetmen Alan Clarke'ın The Firm filminden daha önce bahsetmiştim. Hatta aynı yazıda, yönetmenin Made in Britain ve Scum filmlerini de duyduğumu ve en kısa zamanda izlemek gerektiğini yazmışım.

Made in Britain için Tim Roth'un ilk filmi olduğunu, ve ne muazzam bir oyuncu olacağının sinyallerini vermekten öte, alenen izleyenin gözüne soktuğunu söyleyebilirim. 16 yaşındaki Neo Nazi bir gencin her türlü otoriteyi reddedişi ve sıradışı yaşamı anlatılıyor filmde. İzlenir, ama Scum gibi unutulmaz bir film değil bence.

Scum ise çok daha gerçekçi ve güçlü bir film. Film, İngiltere'de 1980'li yıllara kadar kullanılan "borstal" ismi verilen ıslah evlerindeki yaşamı anlatıyor. Alan Clarke'ın 1977 yılında çektiği aynı isimli film yasaklanmış, yönetmen de bundan iki sene sonra biraz daha yumuşak versiyonunu çekmiş. Ben bu ikinci versiyonu izledim, zira ilkini bulmak epey zor, bulursam onu da izleyeceğim. Kendi içinde "yumuşak versiyon" olmasına rağmen hayatımda izlediğim en sağlam ıslahevi/hapishane filmlerinden biri olduğunu belirteyim. Benim gibi cezaevi, ıslah evi, sorunlu gençlik vs toplum konulu ve izledikten sonra uzun bir zaman insanın huzurunu kaçıran filmleri sevenler kesinlikle kaçırmasınlar derim. Görsel olarak izleyiciyi baya zorlayan sahneler var, bunu da söylemekte fayda var.


Filmde özellikle Archer karakterine dikkat derim. İngiliz aksanı harbiden yakışmış abimize.

"I mean, my experience of borstal convinces me that more criminal acts are imposed on prisoners than by criminals on society. Convinces you, eh?"

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yunanistan notları #2 Paok

Ve gelelim asıl meselemize: Paok. Aris tribünleri benim için hayal kırıklığı oldu evet, ama neyse ki Paok beklentilerimi karşıladı diyebilirim. Paok'u yanlış hatırlamıyorsam 2004 (2005 de olabilir) yılında ilk olarak Beşiktaş'la kardeş klüp muhabbetlerinin çıktığı zamanlardan beri takipteydim, fakat uzaktan uzaktan takip etmenin somut bir şekilde ilgi duymaya dönüşmesi bu sezon başındaki Fenerbahçe eşleşmesiyle oldu. Bizim tribünden 3 arkadaş olarak "Paok'lular 50 otobüs gelecekmiş bakalım ortam nasıl olacak" düşüncesiyle İstanbul'daki maça bilet almış ve staddan adeta büyülenmiş olarak çıkmıştık. Stad dışında ne oldu ne bitti bilemiyorum, gözümle görmedim fakat tribünde adamlar hepimizin ortak kararıyla hayatımızda gördüğümüz en sağlam deplasman tribünlerinden birine (belki de en sağlamına) imza attılar. Doğal olarak o günden beri aklımda gidip adamları stadında görme fikri vardı, nihayet geçen hafta gerçek oldu.

Öncelikle şunu söylemek lazım ki Selanik şehrinde Paok, Aris'e göre çok daha hakim ve güçlü gözüküyor. Duvarlarda 10 Paok yazısı varsa 3-4 tane Aris yazısı var (bu da Yunanistan'la ilgili enteresan bir şey; otoyoldaki her üst geçit, her tünel, şehirlerdeki bütün arasokaklar sprey yazılarla dolu. Kimi Paok yazmış, kimi onun üstünü çizmiş Super 3 yazmış, kimi hepsini çizmiş Gate 13 yazmış falan filan), şehirde Aris atkılı bir Allah'ın kulunu göremedim ama yaşlısıyla genciyle kızıyla erkeğiyle Paok ürünlü çok sayıda insan dolaşıyor. Bu durum takımların da başarı grafikleri düşündüğü zaman (Paok ikili eşleşmelerde, ligdeki genel performansda, Avrupa'da başarıda Aris'in açık ara önünde) belki çok şaşılacak bir durum değil ama bu kadarını da beklemiyordum açıkçası. 3 gün boyunca koskoca şehirde (maça giderken hariç) bir tane Aris atkılı insan görülmez mi? Neyse biz konumuz olan Paok'a geri dönelim.

Maçın heyecanı bir gün önceden "gidip bir stadın oraya bakayım ne var ne yok" düşüncesinin içimi kemirmesiyle başladı. Toumba stadı Aris'inkine göre daha merkezi, yine şehir merkezinden yürüyerek yaklaşık 25-30 dakikada ulaşılabilecek mesafede. Stada vardığımda Cska Moskova antreman için stada geliyordu, bunun dışında pek bir hareket yoktu.


Stadın etrafı aynen Aris'inki gibi birbirinden güzel grafiti süslemelerle doluydu. Klübün renkleri doğası "rengarenk" diyemeyeceğim tabi ki ama özellikle Gate 4 (Paok'un tribün grubu, ismini girdiği kapıdan alıyor aynen Aris'inki gibi) civarı gerçekten görsel şölen gibiydi.


Paok'un store'u Aris'inkine göre çok daha geniş bir yelpazede ve güzel ürünlere sahip, ama yine de t-shirt, sweatshirt gibi günlük kullanım ürünlerinde beklentime göre zayıf kaldı. Satıcıyla muhabbete girdikten sonra "Gate 4" ürünlerini nereden bulabileceğimi, maç günü tezgahlarda satılıp satılmadığını veya Aris'in Super 3'ü gibi bir dükkanı olup olmadığını sordum; bana şehir merkezinde bir dükkanları olduğunu, hepsi çalışan insanlar olduğu için saat 7 gibi dükkanı açtıklarını söyleyip haritada dükkanın yerini işaretledi. Ben de kafamda Super 3'ünkü gibi, kapısında tabelası, önünde vitrini olan bir dükkan hayaliyle store'dan çıkıp dolaşmaya devam ettim.

Akşam saatlerine doğru haritada işaretli yere geldim, sokağı baştan aşağı dolaştım fakat duvarlardaki rutin Paok, Gate 4, 1926 yazılarından başka civarda olduğu bana söylenen Gate 4 dükkanıyla ilgili en ufak bir ibare göremedim. En sonunda dayanamayarak bir dükkana girdim ve durumumu izah ettim (Yunanistan'da istisnasız herkes İngilizce konuşuyor), dükkandaki amca beni dışardan bakıldığı zaman gayet şık ve sıradan gözüken bir apartmana yönlendirdi. Kırmızı kapılı, içerisi hafif aydınlık bildiğimiz apartman! Zillere bakarken 2 numaralı zilin yanında G4 yazısını görünce artık olsa olsa burasıdır diyerek zile bastım ve kapı açıldıktan sonra "lan burası pek de dükkana benzemiyor" düşünceleri içinde merdivenleri çıkmaya başladım. İçeriden gürültüler gelen kapıyı açmam ve meraklı bakışların bana dönmesiyle store'daki elemanın beni "dükkan" diye yönlendirdiği yerin Gate 4 derneğini olduğunu anlamam bir oldu. Beni girişte karşılayan elemanlarla kısa süreli sohbet sonunda kendilerine Galatasaray'lı olduğumu (Beşiktaş'lı olmadığımı öğrenince biraz bozuldular), İstanbul'dan maça geldiğimi, store'daki elemanın beni buraya yönlendirdiğini anlatmamla baştaki gergin ortamı yumuşatmayı başardım. Derdimin eğer varsa Gate 4 ürünlerini görmek olduğunu anlayan eleman bana içerden sweatshirt örnekleri getirirken derneğin resimlerini çekme iznini bile kopardım.


Tabiki es kaza kadrajın içinde yer alan herkes objektife sırtını döndü. Derneğin etrafı atkılar, bayraklar, eski resimlerle doluydu. İçeride bar gibi bir bölme (sırtı dönük elemanın baktığı taraf, insanlar orada toplandığı için resmini çekemedim) ve içeriğini göremediğim ama görmek için de şansımı fazla zorlamadığım bir oda bulunuyordu, küçük ama her tribün grubunun hayalindeki gayet kullanışlı ve eğlenceli bir mekana benziyordu.


Neyse bu esnada bizim eleman içeriden 3-4 tane sweatshirt ve t-shirtle geldi, içlerinden bir tanesini gözüm kesti ve aldım. Malesef hiç atkıları kalmamış, yenisini yaptıracağız zaten falan dedi. Yunanca atkı ne demek tahmin edin bu arada? Kaşkol! Biraz daha İstanbul ve Beşiktaş muhabbeti yaptıktan sonra "fazla rahatsızlık vermeyelim" diyerek mekandan çıktım.

Maç günü ise maçtan yaklaşık 2-3 saat evvel stadın yolunu tuttum. Daha stada yaklaşırken bile sağlı sollu gruplar yol kenarlarında bira, şarap-bira karışımı değişik bir Yunan içkisi olan Retsina ve tabi ki esrardan bol miktarda tüketiyorlardı. Stadın orası aynen Aris'inki gibi Türkiye'den farksızdı. Köfteci dumanı, bira şişeleri, korsan ürünler, sağa sola torpil atanlar derken hiç yabancılık çekmedim gerçekten.



Aris'ten farklı olarak ise korsan ürünler bazında en azından atkılarda gayet başarılı bir çeşitlilik vardı. T-shirt ve formaların kalitesi yine yerlerde sürünüyordu tabi ki ama orijinal store atkılarından Gate4 atkısına kadar aradığım ne varsa buldum korsan ürün tezgahında.


Milletin yavaş yavaş içeri girmeye başladığını gördükten sonra ben de biletimin ait olduğu Gate 5'e doğru yöneldim. Toumba stadı için de şöyle bir açıklama yardımcı olabilir, Ali Sami Yen'e göre düşünürsek Gate 4 yani tayfanın olduğu tribün yeni açığa tekabül ediyor. Gate 1, 2 ve 3 numaralı; 5 ve 6 maraton, geri kalanlar ise eski açık. Gate 5 ise maraton'un yeni açık tarafında kalıyor, yani yine maraton tribünün tayfaya yakın taraftaydım.

Aris maçına girerken kuyruk diye bir şey yoktu fakat burada bütün tribünlerin girişinde ciddi bir kalabalık ve sıkışıklık vardı, bunun sebebi ise Aris'in aksine burada girişte turnikeler ve arama olmasıydı. Arama yine yalandandı (polisler değil, Uefa görevlileri yapıyor) ama en azından turnike koymuşlar. Tabi Gate 4 için bileti olmayanlar bana Olimpiyat nostaljisi yaşatırcasına yukarı çekilmeye çalışılıyordu.


Paok maçının bileti için de enteresan bir not düşeyim, bileti Paok'un resmi sitesinden aldım ve mailime pdf dosyası olarak geldi. Kırtasiyeye gittim, bastırdım ve onunla girdim. Buraya kadar her şey normal fakat bu bilet sistemiyle karaborsanın kralının dönmesi gerekiyor, çünkü gayet normal gözüken birbirinin aynı yüzlerce bilet basılabilir. Hatta ben ilk bastıklarımı kaybettiğim için gitmeden bir gün evvel ikinciyi bastım. Muhtemelen stada girişte sorun olur çünkü ilk okuduktan sonra aynı barkodlu bileti turnikeler okumaz ama karaborsacıların çok rahat köşe olması gerekir yine de, sonuçta satarken belli değil okunup okunmadığı, bastır bastır sat. Kendine böyle bir kariyer planı çizenler için bu tüyoyu vermiş olalım, Yunanistan'da bu işin önü açık! Turnikeden geçene kadar ciddi ciddi endişem vardı hatta, "yahu bu biletle mi giricez şimdi maça" diye, ama neyse ki bir sıkıntı olmadı.


İtiş kakış faslının sonunda stada girmeyi başardım, bu sefer biletlerde numara var ama kime sorduysam herkes kafana göre oturabilirsin dedi, ben de sağ tarafa doğru (Gate 4'e doğru) biraz ilerleyip tribünü gözlemleye başladım.

Öncelikle görsel olarak biraz Aris'in gerisinde Paok tribünü. Belki siyah-beyaz'ın doğası gereği tribünü renksiz gösterdiği için öyle geldi bilmiyorum ama Aris'teki gibi bir "dolu dolu" görüntü yoktu tribünün önünde, sağında solunda. Tek tük sopalı bayraklar, çeşitli boyutlarda pankartlar yerindeydi yine de. Fakat Aris'in aksine maçtan önce takımların sahaya çıkışı esnasında az da olsa meşale yanmasıyla gönülleri fethetti Gate 4. Özlemişiz meşale görüntüsünü gerçekten. Maç başlarken Gate 4'te dev bayrak açıldı, fakat resmini çekeyim derken bizim de tepemizden aşağı bayrak indi ve resim çekmeyi başaramadım.


Ve gelelim tezahürat olayına. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki tezahürat konusunda dünyada ilk 10'a rahatlıkla girebilecek durumdalar. Maçtan bir saat kadar evvel karşılıklı başlayan tezahüratlar, maça doğru yine "alkış şovu" ve maçın başlamasıyla beraber Aris'e göre çok daha yüksek katılımlı ve hareketli bestelerle takımlarına destek verdiler. Yedikleri gole kadar üst düzey bir perfomans göstermelerine rağmen golden sonra (29. dakikada gol yediler) tempo biraz düştü. Cska'nın sahada sazı eline alması ve Paok'un sahada hiç bir varlık gösterememesiyle ilk yarım saatteki görüntülerinden biraz uzaklaşsalar da, ikinci yarıyla beraber tekrar toparladılar ve boşuna gelmediğimi bana hissettirdiler. Maçın ortalamasında 1500-2000'lik (yani Aris'in en az 6-7 katı) sayıyla bağıran bir tayfası vardı Paok'un. Ataklarda, kornerlerde, vs gaz anlarda bizi de içine alarak sayı stadın üçte birine veya yarısına kadar çıktı. Youtube'da sıkça rastladığımız "ooo paokara", "irthame skaski", vb bestelerinin yanında daha evvel hiç duymadığım tezahüratlar vardı, hepsini bol bol videoya çektim. Skor durumu tersine gelişmiş olsa durum nasıl olurdu gerçekten çok merak ediyorum. 150-200 kadar Cska'lı pek fazla seslerini duyuramadan destek vermeye çalıştılar takımlarına bu arada.


Paok tribünleriyle ilgili gözüme çarpan ilginç bir detay da yaş ortalamasının sürekli 25-30 yaş civarında olmasıydı. Bizdeki gibi 17-18 yaşında bir "çoluk çocuk" tayfasına rastlayamadım, ki zaten bu güzel bir olay. İstanbul deplasmanına gelen tayfa da uzaktan görebildiğimiz kadarıyla aynen bu yaş ortalamasındaydı, ama kemik tayfası bir kenara stadın genelinde de çok fazla genç göremedim. Aris maçında bunun aksine daha genç bir tribün profili vardı.

Maç bittikten sonra (Paok 0-1 kaybetti) skorun umutsuzluğuna rağmen tribünler takımı bağırına bastı (takımı bağrına basma besteleri var). Bu arada rövanş maçı dün oynandı, Paok 1-0 öne geçmesine ve sayısız fırsat kaçırmasına rağmen 80. dakikada yediği golle 1-1 berabere kaldı ve kupadan elendi. İlk maçta sahada Paok diye bir takım yok gibiydi resmen ama özetinden izlediğim kadarıyla deplasmanda tam tersi gerçeklemiş, fakat tur için nefesleri yetmemiş tabiri caizse.

Uzun lafın kısası, Paok tribünlerini beğendim. Hem şehre çok daha hakimler, hem kökenlerinin dayandığı yer olması sebebiyle İstanbul'a ve bizlere gerçekten çok daha sıcak bakıyorlar, hem de gerçekten keyifli ve sağlam bir tribünleri var. Aris'e göre bir değil, iki üç adım öndeler. Üstelik dediğim gibi, sahada neredeyse varlığı yokluğu belli olmayan bir Paok vardı. Keşke skor durumu tersine gelişmiş olsaydı, kısmet değilmiş.

Bu arada son bir not daha, belki Aris nefreti kadar sağlam değildir ama azımsanmayacak boyutta bir Olympiakos düşmanlığı var Paok tribünlerinde. Bestelerin çoğunda "Athina, Pirea" isimleri geçiyor tabi yanında küfürlerin eksik olmadığını tahmin etmek güç değil. Selanik derbisi Paok-Aris maçı kadar Paok-Olympiakos maçının da ilginç olacağını düşünerek, 13 Mart tarihine bir "acaba?" notumuzu düşelim.

22 Şubat 2011 Salı

Sevgili kızlar #3

Eveeet sevgili kızlar, tekrar karşınızdayım. Aslına bakarsanız bu yazıyı 14 Şubat günü yazacaktım fakat Aris yazısında da görmüş olduğunuz üzere o gün ufak bir rahatsızlık geçirdim, ayrıca yolculuk telaşı derken yazamadık, gitti.

Sevgili kızlar bugünkü konumuz "ama aşkitom bana hiç 'seni seviyorum' demiyosuuun" cümlesi. Şimdi öncelikle yiğidi öldürüyoruz ama hakkını veriyoruz, her kız (hatta her insan, kız erkek fark etmez) bu cümleyi (seni seviyorum) duymayı beklemekte haklıdır. Sevdiğin insandan bunu duymanın verdiği mutluluk ve bunu duyamamanın verdiği sıkıntı gayet doğal hadiseler buna tabi ki bir lafım yok. Fakat buradaki mesele, bu cümlenin eksikliğinden doğan sıkıntıyı karşı tarafa somut bir şekilde dile getirmek. Bu sıkıntı bir kere bile olsa dile getirildikten sonra hiç bir şeyin aynı olması mümkün değil malesef.

Niye mi? Çünkü artık işler doğal rutininden çıkıyor. Bir kere sevgilinize "ama aşkitomm bana hiç "seni seviyorum" demiyosssuunn" diyip suratınızı turşu yemiş gibi ekşittikten sonra, size günde 5 rekat "seni seviyorum" dese bile samimiyetine inanacak kadar saf mısınız gerçekten? Dediğim gibi her insan bu cümleyi duymayı istemekte haklıdır fakat bunu dile getirmek gerçekten büyük saçmalık.

Hepsi bir yana, size tam da duymayı beklediğiniz kadar (fazla söyleyince de anlamı kaçıyormuş çünkü) seni seviyorum diyen bir insan belki içkinize ilaç katıp sizle yeni bir "liseli" furyası çekmek için, veya laf olsun torba dolsun diye öyle söylüyor nereden bileceksiniz? Bunun yerine karşınızdaki insanın halinden tavrından sizi sevip sevmediğini anlamaya çalışmak bana çok daha mantıklı geliyor, zira insan ağzıyla çok kolay yalan söyleyebilir ama davranışlarıyla yalan söylemek çok daha büyük başarı ve yetenek ister. Size hiç "seni seviyorum" demiyor, ama haliyle tavrıyla bunu fazlasıyla hissettiriyorsa boşversin gitsin yahu, onu öyle kabullenin daha fazla zorlamayın işte. Ha yok onu da yapmıyorsa e ne işiniz var ki zaten, kuvvetle muhtemel hakikaten sevmiyordur sizi.

Özetle lütfen sevdiğiniz insana "bana niye hiç beni sevdiğini söylemiyorsun" demeyin sevgili kızlar. Size her "seni seviyorum" diyene de kanacak kadar saftirik olmayın bir zahmet.

Yazıyı aslen yazmayı düşündüğüm tarih olan 14 Şubat için şöyle bir de bitiriş düşünmüştüm, bugün yazınca pek manası kalmıyor ama yine de yazayım seneye 14 Şubat'a Allah kerim:

'Günün üstün başarı ödülü ise, sevgililer gününde erkek arkadaşına "Sevgilim, bence de sevgililer günü çok saçma bir şey hediye falan almayalım birbirimize ne gerek var" dedikten sonra bir hediye göremeyince "ama bir çiçek alabilirdin sanki" diyip surat asan sevgili kızlar üyesine geliyor. Evet onlar aramızda dolaşıyorlar, dikkatli olun beyler.'

21 Şubat 2011 Pazartesi

Dünyanın çizmesi en güç logosuna sahip takımı: Galatasaray

Başlığa gülüp geçmeyin, gerçekten öyle. Yani hayatımda Fenerbahçe logosunu, veya Beşiktaş logosunu falan yanlış çizeni görmedim ama ne hikmetse bizim logomuzu doğru dürüst çizmeyi becerebilenler azınlıkta. Aslantepe'ye asılacak yanlış logo olayı buzdağının sadece görünen kısmı olduğunu söyleyeyim baştan, yani tek bir olayla bu başlığı atacak değilim. Benim gözümde o bile yeter de artar, orası ayrı mesele.


Resmi ve olayı 17 Mayıs blogunda gören bir arkadaşım söyledi. Bu olayın komedisiyle ilgili söylenecek pek fazla bir şey yok zaten. Bu logo basım şirketinin hatası falan değil, adamlar kafasına göreye oraya logo koyamaz. Bu logoyu Galatasaray spor klübünden birinin oraya yollamış olması lazım. Yok bunun tersi oldu ve "Galatasaray logosunu koyun işte" dendiyse o da ayrı komedi. Olay her iki şekilde de neresinden tutarsan tut elinde kalıyor. Gönderim işleminden basımına, stada getirilmesine, resminin çekilmesine ve üstüne üstlük resmi siteye konmasına kadar 1 (yazıyla bir) Allah'ın kulunun olayı fark edememesi çok büyük komedi. Fakat dediğim gibi, bu ilk değil.

Bundan 2 sene önce Metin Oktay'ın ölüm yıldönümünde mezar ziyaretinden sonra Galatasaray store'a uğradım ne var ne yok diye bakmak için, Metin Oktay'ın anısına hazırlanan uzun kollu güzel bir ürün dikkatimi çekti. Medium mu alsam yoksa large mı diye bakarken sağ kol kenarına gelen kesimde küçük bir halde yer alan logonun aynen yukarıdaki resimde gibi yapıldığını görmemle haliyle nevrim döndü. Çalışanlardan bana oradaki en yetkili insanı bulmalarını istedim, şimdi ismini hatırlayamadığım bir arkadaş gelip derdimin ne olduğunu sordu. Konuyla ilgili şikayetimi dile getirdiğimde aldığım cevap kelimesi kelimesine aynen şöyleydi "beyefendi herhalde konuya yeterince hakim değilsiniz, Metin Oktay oynadığı zaman Galatasaray'ın logosu böyleydi." Kendinden o kadar emin bir şekilde bunu söyledi ki, kendimden utandım böyle bir gerçeği bilmediğim için. Özür dileyerek çıktım ve "lan ben bunu nasıl olur da bilmem" şaşkınlığıyla eve gelip ilk iş olarak bu logo olayının gerçeğini araştırmaya koyuldum. Hepimizin bildiği klüp ilk kurulduğu zamanlarda kullanılan bir Gayın-Sin ve günümüzde kullanılan logodan başka ne kadar çabalasam da kullanılmış bir logo bulamadım (ara ara kullanılan arka planı farklı logoları, ve Galatasaray eğitim kurumlarında kullanılan daha kalın harfli ve kutuplardan basık ekvatordan şişkin logoyu kast etmiyorum tabi ki).

Haliyle telefona sarılıp GS Store'u aradım ve bana ukalalık yapan çalışanı istedim. Telefon konuşmasında benim söylediklerim faslını geçeyim, bana 2 saat evvel ukalalık taslayan eleman görüşmenin sonlarına doğru "bize de öyle söylemişler beyefendi çok özür dileriz, ürünler en kısa zamanda toplatılacak" şeklinde başarılı bir şekilde vitesi geriye aldı. Ürünler ne mi oldu? Satışları takır takır devam etti. Komedinin son perdesi olarak bu ürünlerden son bir tanesi geçtiğimiz hafta itibariyle Mecidiyeköy GS Store'un outlet kısmında yer alıyordu. Hatayı fark ettikten sonra doğru logoluyu da basmışlar, doğru logoludan epey var hatta fakat içlerinden bir tanesinde logo hala yanlış. Gri arka planlı bir sweat-shirt, gidip görebilirsiniz hala, satıldığını zannetmiyorum.

Aynı hatayı geçen seçimden önce Adnan Öztürk de yapmıştı. Eve gelen seçim dvd'sini elime aldığımda gülme krizine girdim, çünkü hem ön kapağında, hem arka kapağında hem de dvd'nin üstünde tam üç kez logo yanlış çizilmişti. Eve geleni çöpe attım tabi ki ama neyse ki bir resmini bulmayı başarabildim.


Bu hatayı yıllardır Digitürk ve çeşitli gazeteler de yapıyor. Benim anlamadığım şey ise, bu logoyu çizmek bu kadar mı zor? Veyahutta diyelim bir ürün basılacak, bir Galatasaray logosu bulmanız lazım. Elinizde hazırı yok, ne yaparsınız, Google'a girip "Galatasaray Logosu" yazarsınız değil mi? Aratınca bir tane bile yanlış logo çıkmıyor. Yani benim merak ettiğim, bu logoyu insanlar yanlış bir halde nasıl yapıyorlar? Paint'e girip "dur bi sarı S yapayım üstüne de kırmızı G'yi çakayım" şeklinde mi? Biri bana bunu açıklayıversin bir zahmet.

Dün akşam evde tamamen tesadüf eseri 1989 senesinde yani yaklaşık 3-3.5 yaşındayken anneme ve babama yuvada çizdiğim bir resmi buldum. Anlaşılmaz figürler ve çözülmesi güç bir yazının altında yamuk-yumuk, ama en azından geçişleri doğru bir Galatasaray logosu yer alıyor. 3 yaşındaki çocuğun yapabildiği şeyi yapmak ne kadar zor olabilir gerçekten?

Çok mu önemli? Evet.

Yunanistan notları #1 Aris

Gittik, gördük ve geldik. Beraber gitmediği düşündüğüm arkadaşın son dakikada su koyması, yerine başkasını bulamamam, Yunanistan'a bütün tren seferlerinin gitmeyi düşündüğüm günden bir gün önce iptal olması ve son olarak gitmeden bir gün önce zehirlenip hastaneye gitmek durumunda kalmama rağmen gitmeyi kafaya koymuştum bir kere ve gittim, çok da güzel oldu. Resimleri biraz geç de olsa yazıya ilave ettim.

Aris maçından başlayalım, öncelikle kafadan söyleyeyim Aris tribünü benim için çok büyük hayalkırıklığı oldu. Maç sabahı Selanik'e varıp kalacağım hostele yerleştim, orada da bizden manyak olmasın bu maç için Avustralya'dan (Avusturya değil) gelen bir Manchester City'li elemanla tanışıp sokakları beraber dolaşma kararı aldık. Eleman atkı forma tam bir İngiliz taraftar modunda, ben "ne olur ne olmaz sen yine de atkıyı formayı gizle istersen" dedim, "dün bütün gün dolaştık bu şekilde bir sıkıntı yok" cevabı alınca üstelemedim haliylen. Sokakta dolaşırken devamlı Paok'lu taraftarlar (aralarında atkılı forma olanları da olmak üzere) "Allahaşkına bu akşam Aris'i yenin" şeklinde dileklerini ilettiler. Bizim eleman saat 3'te diğer City'lilerle maça gitmek üzere buluşma noktasına doğru gitti, ben tek başıma dolaşmaya devam ettim. Gün boyunca gördüğüm ilk Aris'liyi saat 5'te, yani maç saatinden sadece 2 saat önce (üstelik sürekli şehir meydanında dolaşmama rağmen) görebildim. Bu esnaya kadar çok sayıda Paok ürünlü insan gördüğümü de söyleyeyim.


Her neyse saat 5 gibi stada doğru yol almaya başladım, stad hızlı bir tempoyla şehir merkezinden yürüyerek 45-50 dakikada ulaşılabilecek mesafede. Kararttım gözümü ve yürüdüm, neyse ki bu sefer bol bol Aris taraftarı görmek bir nebze olsun maçla ilgili umutlarımı tekrar canlandırdı. Stadın dışı, her türlü çeşmekeşiyle Türkiye'den farksız diyebilirim. Stad önünde köfte tezgahları, sosisçiler, korsan ürüncüler, alkol alanlar, ne ararsanız var. Ne yazık ki korsan ürüncülerde bir tane bile atkı bulamadım, onun yerine bol bol sarı siyah "puşi", ve bizdekiyle aynı kalitede çakma formalar mevcut. Aris'in store'u da atkı bakımından oldukça yetersizdi, onun dışında geniş ve ferah bir mekan. Stadın hemen dışında, maraton tribüne denk gelen tribünün karşısında Aris'in taraftar grubu Super 3'ün bir dükkanı var, burada da gayet dandik bir Super 3 atkısına 15€ fiyat çekilince gülerek dükkandan çıkıyordum ki satıcı arkamdan koşup "Tamam, 10€ ver o zaman" dedi. Atkıyı almayı gerçekten istemiyordum, fakat içimden pazarlık etmek geldi ve sonunda "bir de Super 3 atkımız olsun bari" diyerek 5€'a ikna oldum.

Alışveriş faslının sonunda stada girmeye yöneldim, kapıda çok enteresan bir giriş sistemi var; biletinizi kapıdaki elemana veriyorsunuz, ucunu yırtıyor ve direk geçiyorsunuz. Yani turnike, kart okuma, arama, polis, bozuk paralar için Kızılay kutusu vb hiç bir şey yok. 3 kişi yüklensen hemencecik içerdesin bilete milete lüzum yok, gerçekten enteresan bir durumdu. Belki sadece bizim girdiğimiz kapıya özel bir şanstı ama, bilemiyorum.


Koltuklarda numara var fakat şahane bir şekilde biletlerde numara yok. Biletin üstünde sadece maçın yeri, saati, oynayan takımlar ve gireceğin tribün, yani benim durumumda "Gate 2" yazıyor. Tribün yeriyle ilgili de bilgi verelim, Ali Sami Yen'e göre düşünürsek Super 3 grubu, eski açığa tekabul eden ve ismini aldığı Gate 3'de yer alıyor. Benim girdiğim maraton tribünü ise Gate 2, diğer tribünlerden hangisi 1 hangisi 4 ben de bilmiyorum ama muhtemelen numaralı gibi olan Gate 1, diğeri de 4'tür.


Her neyse ben Gate 2'nin alabildiğince soluna, yani Super 3'e yakın tarafa doğru ilerledim. Biletlerde numara falan olmadığı için herkes bulduğu yere oturmuş, yani tam benim istediğim gibiydi. Maçtan önce statta tabiri caizse bir ölüm sessizliği vardı, ne beste giriliyor ne bir hareket var. Sadece City'li futbolcular sahaya çıktığında ufak bir ıslık sesi, veya City'li taraftarlar (yaklaşık 600 kadar vardı) bir şeyler bağırırken yine ıslık veya yuhlama giriliyordu. Ses ve bağırma konusunda ne kadar beklentilerimin çok altında kaldılarsa; pankart, bayrak vb görsel öğelerde tam tersi şekilde inanılmaz bir çeşitlilik ve renklilik vardı Aris tribünlerinde. Özellikle Super 3'ın bulunduğu kale arkasında pankart asılmadık nokta yok gibiydi. Maç başlayana kadar konfetiler dağıtıldı, ve takımlar sahaya çıkarken konfetiler, sopalılar, ve orta karar bir koreografi ile güzel bir görüntü oluştu diyebilirim. Maçla ilgili başka bir hayal kırıklığı da hiç meşale yakılmaması oldu. Malesef Uefa maçlarında meşale yakılmıyormuş, anlaşılan bir de lig maçına gitmemiz gerekecek.


Tezahürat konusuna gelince, koskoca kale arkasında sürekli bağıran 200-250 kişilik bir grup aynen bizdeki gibi "mıy mıy" bestelerle 90 dakikayı geçirdi diyebilirim. Kimi zaman bir besteyi 10-15 dakika bağırdılar, kimi zaman bütün kale arkasıyla beraber bizim bulunduğumuz kesim de tezahüratlara katıldı fakat genelinde gerçekten çok vasat bir tezahürat performansı gösterdiler. Belki Avrupa maçı olduğu için bilet fiyatları pahalıydı, esas bağıracak tayfa gelemedi veyahutta başka başka sorunları var; veyahut benim beklentilerim çok yüksekti bilemiyorum ama sonuç itibariyle tad vermedi Aris tribünleri. Bir veya iki bestelerini beğendim, onların videolarını yükleyeceğim. Onun dışında sözlerini anlayamasam da melodileri gayet sıkıcı ve tempo düşürücü bestelerdi, hepsi bir yana sete çıkan uzun saçlı yetkili bir abi vardı Super 3'te, 60-70 kişinin bağırdığı dakikalarda bile elleriyle "süpersiniz, harikasınız" gibi işaretler yapıyordu. Yani "niye bağırmıyoonuuz oolum bağırınınsanza laaan" diye küfretsin demiyorum tabi ki, ama böylesi de bir acayip oluyor. Üç beş kelime Yunanca bilmeme rağmen ben çıksam o tribünü daha iyi yönetirdim diye düşünüyorum.


Tribünler beklentileri karşılayamazken maç da oldukça keyifsiz ve hareketsiz geçti, iki takıma da maçın başında "maç 0-0 bitecek, kabul mü?" diye sorsalar ikisi de kabul edecekmiş besbelli. Hadi City'i anlarım deplasmandasın ama Aris topu topu 4-5 kez sahayı geçti, onda da 2-3 adamdan daha fazla çoğalamadı City sahasında. İnanılır gibi değildi gerçekten, ben çıldırdım tribünde "böyle takım mı olur diye" düşünün. Manchester City oyun genelinde daha istekli gözüktü, ama onlar da öyle aman aman bir top oynamadı. Yine de turu Manchester'da sorunsuz geçerler gibime geliyor. Bir gol yeseler iki, iki gol yeseler üç tane atarlar. Aris bu mentaliteyle Atletico Madrid'i iki maçta da nasıl yenmiş gerçekten çözemedim.


Bu gibi düşüncelerle maçın son düdüğü geldi, ve staddan çıkıp hostelin yolunu tuttum. "Acaba ben mi abarttım, belki de fena değildi adamlar" diye düşünürken pek fazla tribün kültürü olmayan Avustralya'lı kardeşimiz Adam bile "bu muydu kalkıp taa İstanbul'dan görmeye geldiğin tribün mate? " diyince yanılmadığımı anladım. Yine de güzel bir deneyim oldu, hem bir maçla notlarını vermemek lazım, fırsat buldukça yine gidip görmek, başka maçları da değerlendirmek lazım tabi ki. Fakat şu ana kadar gördüklerimden, Paok gibi bir tribünün Aris'i ezeli rakip olarak muhattap alması Aris için bulunmaz bir lütuf diye düşünüyorum.

Paok notları ve Yunanistan'dan diğer notlar yakında geliyor!

14 Şubat 2011 Pazartesi

Yolculuk zamanı

2.5 saat sonra yola çıkıyorum kısmetse, Yunanistan'dan bol bol analiz, resim, video ve atkıyla dönmeyi planlıyorum. Mübarek gün sevgililer günü münasebetiyle Sevgili kızlar #3'i bugün yazacaktım, ama aşırı karambol bir gün oldu iyi yırttınız sevgili kızlar! Gelince yazarız artık, cümleten sevgiler, saygılar.

13 Şubat 2011 Pazar

Gerçekten lüzum var mı?


Bu ülkede samimiyetin, dürüstlüğün sesi olmak iddiasıyla siyasete soyunan bir insan bunu yaparsa diğerleri ne yapsın? Yani bu gittiği her şehirde atkı takma olayı kadar samimiyetsiz bulduğum hiç bir şey yok, eskiden Cem Uzan, Tayyip Erdoğan falan yapıyor normal diyorduk ama olmuyor be sevgili Kılıçdaroğlu. Saçmalığın daniskası bu, hepsini geçtim iki takımı birden takmış, ben Adanaspor'lu olsam inadına oy vermem benim atkı niye altta kaldı diye. Madem illa atkı takacaksın, dostluk maçı atkısı hesabı bir ucu Adanaspor'lu bir ucu Demirspor'lu bir atkı yaptır ne şiş yansın ne kebap. Sahtekar, iki yüzlü diye eleştirdiğin adamın yaptığı her şeyi yapmak ne kadar samimi?

Bu resim ister istemez efsane zaytung haberini akıllara getiriyor: "Ankara mitinginde Ankaragücü, Gençlerbirliği, Telekomspor, Etimesgut Şekerspor, Asaşspor ve Ankara Demirspor kaşkollarını aynı anda takan Kemal Kılıçdaroğlu, havale geçirdi... "

Adanademirspor atkısı güzelmiş yalnız.

Rémi Gaillard

Günlük hayatta sık sık karşımıza çıkan "abi evde üç gündür internet yok" lafını nedense hep yapılması gereken fakat yapılmamış şeylerin telafisi umuduyla sallanan bişey zannederdim, meğersem öyle değilmiş. Gerçekten modern hayatta bile evlerde internet bozulabiliyormuş, nihayet kavuştum internetime.

Rémi'yi tanımayan yoktur diye düşünüyorum. Metro beklerken ekranda gösterilen insanüstü komik karakter oluyor kendisi. Kimine hiç komik gelmeyebilir belki ama bizim gibi Kaygısızlar'la büyümüş bir nesil için bulunmaz bir nimet bence. Absürd komediyi doruklarda yaşıyor adam, gülüyor, güldürüyor. Boş adamlığı bu kadar keyifli yaşayabilen başka kaç kişi var acaba hayatta?



Şu ekibe katılmak istiyorum en kısa zamanda.

11 Şubat 2011 Cuma

Mübarek gün !

Hüsnü Mübarek istifa etti. Darısı bilinçlenmeyi bekleyen, tüm ezilmiş halkların başına ! Gelen gideni aratmaz inşallah.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Irthame skaski !

Yunanistan seyahati yaklaşırken ister istemez günün her gün artan bir zaman dilimini Youtube'da Paok ve Aris tribünü videolarını izleyerek geçiriyorum. Alttaki görüntüler daha evvel bahsettiğimiz havaalanı karşılamasından. Geçen yazıda söylemeyi unutmuşum, havaalanı karşılamalarının bu kadar sağlam olmasında deplasman yasağının da önemli bir rolü var tabi ki.

Beste epeydir dilimizde. Sözlerinin manası aşağı yukarı "Paok için tımarhaneden kaçtık ve doktorların bundan haberi yok. Yine geleceğiz çünkü çocukluğumuzdan beri siyah beyaz rengine aşığız" şeklinde bir şeymiş. Tezahürat 35. saniye gibi başlıyor, başta aksiyon yok diye hemen kapatmayın. Bekleme esnasında etraftaki enteresan karakterlere de dikkat derim.





Irthame skaski, apo tin kliniki Paokara mou den to kserun i yatri !
Ke tartoume ksana, yatri apo pedia, mas palavoses i aspovmaris stoli !

Videonun en sonundaki pogo görüntüsü niye Türk tribünlerinin (en azından önümüzdeki uzun bir süre boyunca) sürekli Yunan tribünlerinin gölgede kalacağını en güzel anlatan görüntülerden birisi. Adamlar bu işi eğlenerek yapıyorlar, bizim gibi kasılarak değil. Şu pogo görüntüsünü bu denli bir kalabalıkta gerçekleştirecek bir tribün yok Türkiyede, en az 5-6 yaralı çıkar devamında.

Penny Thomas

Omzum çıkmadan evvel Brazilian Jiu-Jitsu sporuyla ilgileniyordum, gerçekten muazzam bir dövüş sporudur yeri gelmişken belirteyim. BJJ'deki en iyi bayan sporculardan birisi Güney Afrikalı Penny Thomas. Dünyanın en güzel bir kaç kadını arasında yerini rahatlıkla alır diye düşünüyorum. Mail atmıştım bir kere, biz de İstanbul'da BJJ yapıyoruz, gelin bizi boğun kolumuzu bacağımızı kırın problem değil diye ama cevap vermemişti. Olsun, biz yine de seviyoruz kendisini. Bir entry yazalım da google'de falan kendini aratıp bulur, siz ne ayaksınız diye bize yazar belki.

Bir işe yaradınız nihayet

Hürriyet'in haberine göre şişe atanlar yönetimin verdiği görüntülerle tespit edilmiş. Videoda olay yer almıyor, ama güya şişeyi atarken kare kare görüntüleri varmış. İnşallah sırf milleti susturalım diye yalandan günahsız iki kişiyi almazlar, yapmayacakları şey değil çünkü. "Maç bitmeden stadı terk ediyorlar" cümlesi biraz rahatsız etti beni, çünkü 20-30 dk erken olmadığı sürece deplasman seyircisinin staddan erken çıkartılması diye bir şey söz konusu değil. Bakalım, bekleyip göreceğiz neler olacağını.

Batuhan'ın durumu iyimiş, şimdilik en önemli haber bu tabi ki. Sağdan soldan ünlü ziyaretleri, hediyeler yağıyormuş, inşallah devamı kesilmez.

8 Şubat 2011 Salı

Aslantepe'den alternatif kaçış rotaları

Dün Can arkadaşımızın Eskişehir maçı çıkışında metroda canını zor kurtardığını söylemesiyle kendimce bir Aslantepe'den alternatif kaçış rotaları dosyası hazırlayayım dedim. Artısıyla eksisiyle bu rotaları değerlendirelim. Sponsorumuz Google Earth. Görüntüler biraz eski, stad henüz bitmemiş falan ama idare edeceksiniz artık.

1 - Maç çıkışı metro opsiyonu

Maça gelirken oldukça mantıklı gözüken metronun, maç çıkışı kuyruğuna girmeyi üç maçtır gözüm yemiyor açıkçası. İnsanları parça parça almaları güzel bir fikir fakat söylenen o ki belli bir noktayı geçtikten sonra arkandaki kapı kilitleniyor. Bunu denemediğimi, bir duyum olduğunu bir kez daha belirtelim. Tabi bu durum ister istemez bir Türk insanı olarak aklıma "ya bir deprem yangın olursa ne yaparız aman yarabbi"yi getiriyor. Deprem veyahut yangın olmaması durumunda bile, metroya girmek için dışarda uzun bir müddet beklemek gerekiyor ve koşturanlar şunlar bunlar derken ciddi bir izdiham tehlikesi söz konusu, özellikle büyük maçlarda. Ayrıca muhtemelen gelen her metro tıklım tıkış olarak kalkacak, zaten Belediye'nin vaadi 6 dakikada 2000 kişi taşımak. Yani tam bir saatte bile anca 20.000 kişi ediyor, stadın %40'ı metroyu kullanmaya kalksa sonuncu taraftar bir saat sonra metroya binebilecek. Uzun lafın kısası metro sistemi biraz daha oturana kadar şimdilik uzak durulması gereken bir seçenek.

2 - Maça arabayla gelip, arabayı Seyrantepe'ye bırakmak.


Haritada sarıyla gösterilen rotayı Eskişehir maçında kullandım. Rotanın Seyrantepe ucunda çok rahatlıkla araba park edebileceğiniz, gece geç saate kadar açık dükkanların olduğu geniş bir cadde ve ara sokakları var. Bu sokakları zamanla daha da gezer, daha detaylı bir şekilde yazarız elbette. Maça giderken gösterilen yürüyüş yolunu kapatmışlardı, orada beyazla gözüken şantiyedeki metro bağlantısından yürüyerek toplamda 10 dakikalık bir yürüyüşle hedef noktaya ulaştım. Zaten aradaki mesafe bir kilometre, yani taş çatlasın 10-12 dakikalık bir yürüyüş mesafesi. Arabayı stadın otoparkına park etme opsiyonunu henüz çözemedim, ama giriş çıkışı dert olur diye düşünüyorum. Arabayla gelecekler için Seyrantepe'ye bırakma tercihi mantıklı olur, yine de ara sokağa falan bırakırsanız patlak camlar için mesuliyet kabul etmem söyleyeyim.

3 - Maç çıkışı Sanayi Mahallesi'ne yürüme opsiyonu


Rotanın ucu Sanayi Mahallesi metro istasyonu. Bu rotayı da Ajax maçından önce boşa çıkan biletimizi bir arkadaşa kavuşturmak için tepmiş bulunuyorum. Rotayı "ben oraları hiç bilmem ki ama" diyecek arkadaşlar için en basit şekilde, solunuza otoyolu alarak en dıştan şekilde yürüterek yaptım. İçeriden keserek yol daha da kısalabilir. Bu yolun uzunluğu da iki kilometre, yani bu da aşağı yukarı 20-25 dakikalık bir yürüyüş demek oluyor. Bu yolun bir artısı ise sürekli geçen dolmuşlar. Genellikle içinde yetişkin bir insanoğluna yetecek kadar hacim bulunmasa da, şanslı olanlar kendilerini içine sıkıştırabilecekleri bir dolmuşa rastgetirip kendilerini çok daha kısa sürede metro istasyonuna atabilirler.

4 - Maç çıkışı yürüyerek Maslak İtü'ye gitmek.


Aklı olan bunu denemesin. Bir kere yaptım, bir daha gerekirse metro hattından yürürüm de bu yoldan yürümem. Üç kilometre olmasına bakmayın, bir yerden sonra kaldırım maldırım kalmıyor direk otoyol kenarından, sonrasında ise hendekten yürüyerek gitmek gerekiyor. Bu yolun tek artısı yolda karşılaşacağınız ve benzer hatayı yapmış insanlarla bir ömür boyu sürecek dostluklar kurma ihtimali.

Edit: 5 - Beleşe kalkan otobüsler

Dün akşam bunu yazmayı unutmuşum nasıl olduysa. Batı tribün ve güney tribübün kesişme noktası olan yerden merdivenlerle dev bir otoparka iniliyor, stadın dışındaki çemberde rahatça görülebilir burası. Bu otoparktan şehrin çeşitli yerlerine bedava belediye otobüsleri kalkıyor. Sivas maçından sonra bu şekilde dönmeyi tercih ettik, başta Mecidiyeköy'e kadar durmayacağını iddia eden şöför daha sonra ısrarlara dayanamayıp Metrocity'de bıraktı bizi. Görebildiğim kadarıyla Esenkent'ten Ümraniye'ye kadar çeşitli seçenekler vardı, kullanımdan kaldırmazlarsa bu otobüs olayını çok faydasını görürüz.

Edit 6 - Karşıya gidiş

Can'dan gelen yazı üzerine bir de karşıya gidiş bölümü ekleyelim.

"Öncelikle Anadolu yakasına özellikle benim gibi Gebze- Tuzla gibi yerlere gidicek olanlar için maçın bitiş düdüğünü beklemek bir saat çile çekmek anlamına geliyor. Ben henüz Arenada maçın bitiş düdüğünü duyamadım. Anadolu yakasına gidebilmek için öncelikle yazının ikinci eçeneği çok mantıklı geliyor özel aracı olanlar için. Özel aracı olmayanlar ise ilk olarak maçtan 5-10 dk önce çıkıp metro istasyonuna kadar Usain Bolt vari deparı basmaları gerekmektedir. Aksi takdirde kapılar kapanıyor, 5-10 dk bekletiliyorsunuz, kalabalık artıyor turnikelerden geçiş zorlaşıyor vs vs . Metroya adımımızı attıktan sonra önce Mecidiyeköy ardından ise ya metrobüsle Söğütlüçeşme'ye oradan da tren istasyonundan trene biniyoruz , ya da Uzunçayır istasyonunda inip Gebze-Harem hattı ile Gebze'ye doğru E5'teki olur olmaz her yerde durarak uzun bir yolculuğua çıkıyoruz.
Özellikle macera aramak isteyenler Gebze-Harem seçeneğini düşünebilir. O abarth egzostlu, çelik iğneli jantlı , magirus dolmuşlarla ne hareketler yaptıklarını görmek gerçekten takdir edilecek bir durum. Tam bir aksiyon, akşam akşam saat 10-11 e kadar Gebze'ye kadar seferler var sanırım o saatten sonra dolmuşçular kafasına göre gidiyor . Son tren seferi ise Söğütlüçeşme'den 00.10 da, o ana kadar bekleyebilirsiniz. Yalnız trenler belli bir saatten sonra tenhalaşıyor ve tehlikeli bir durum oluşuyor, ben de bu yüzden maçın sonuna kadarda beklemiyorum.

Henüz denemediğim bir diğer seçenek ise Sanayi Mahallesinden geçen 500T ler. Çevre dostu ? yeşil motorlu araçlarla yolcu olsun olmasın bütün İETT duraklarında duran 500T ile yolculuk yapmak İstanbul'un olmazsa olmazlarından. Şifa mahallesine kadar geliyor.

Son olarak ücretsiz otobüslere değineyim bende. Duyduğum kadarı ile Cendere'den kalkıyormuş. Kimileri Bostancı'ya 40 dk da, kimileri ise Mecidiyeköye 50 dk da gittiğini söylüyor . Bu meçhuliyet bu otobüsleri denemeyeceğimi, en kestirme yolun bildiğim yol olduğundan vazgeçmeyeceğim anlamına geliyor.

Uzun lafın kısası yazdıklarımın pek bi önemi yok aslında çünkü stat , yollar daha tam hazır değil ve ne zaman biteceği bir muamma. Stat bitene kadar yollar otobüsler tamamıyle şekillendiğinde göreceğiz ne kadar meşaketli bir aşkın peşinden koştuğumuzu.

Evet şimdilik bu kadar geliyor aklımıza, "bak biz şöyle yaptık süper oldu" veya "aman şunu hayatta yapmayın, biz yandık siz yanmayın" şeklinde yorumlar gelirse süper olur.



Özet: Ali Sami Yen'i çok özledim.

Beşiktaş için stad tasarımı


Dün tribündergi'de denk geldim. Kartal Stadyum isimli bir sayfada, birisi kendince bir İnönü stadı tasarlamış. Açıkçası nutkum tutuldu diyebilirim, o nasıl bir şey öyle aman yarabbi. İnşallah böyle bir stad falan yapmaz Beşiktaş, kendimi tutamayıp kombine alabilirim çünkü.



Reyiz o gagayı vurur mu? Taşlığı geçer, mideye bile yollar valla topu.

Insua'dan teşekkür


Büyük halini koymayı beceremedim nedense anlamadım, tıklayınca büyüyor ama. Twitter'ından beklerken bizi ters köşeye yatırdı, facebook grubunun sayfasının altından pankartımıza teşekkür etmiş Insua. Ederken de "ben bunu hak edecek ne yaptım ki" şeklinde mütevazi bir tavır sergileyerek gönülleri bir kez daha fethetti.

Bir Hakan Balta değil tabi ki orası ayrı !...

İyileş be aslanım


http://www.ntvmsnbc.com/id/25179942/

Bu çocuğa bir şey olursa bir daha o stada nasıl gidebileceğiz, hayatımızı bundan sonra nasıl normal bir şekilde, hiç bir şey olmamış gibi devam ettirebileceğiz?

Bunun hesabını kim verecek? Daha metro çıkışında (stadın 50 metre dışında) cebimdeki su şişesini alan, cüzdanımın içine kadar bakıp bozuk parayı alan emniyet bu çocuğun kafasına gelen şişeyi nasıl stada sokuyor?

Tayyip'i ıslıklayanları bulmak için 200 kamerayla çalışma başlatan yönetim, sahaya lazer tutanları şak diye afişe eden Lig tv, bu şişeyi atanı bulmak için de aynı çabayı gösterecek misiniz?

O şişeyi atan neyi düşünerek atıyor, ve şu an ne hissediyor gerçekten çok merak ediyorum. Yaptığının farkında mı, pişman mı, içten içe "yok canım ben sahaya attım onunkini başkası atmıştır" diye mi düşünüyor? Bunun taraftarlıkla, tribüncülükle, deplasman psikolojisiyle falan açıklanır yanı yok. Üst kattan alt kata atılan bir cam şişenin hızını ve şiddetini gerçekten gözümde canlandıramıyorum, alt kata ateş etmekten hiç bir farkı yok. Sadece şişe mermiden daha büyük ve şişenin birini ıska geçme ihtimali çok daha düşük. Gözüne gelse, kör olmama şansın yok; kafana gelirse de ne olacağını hepimiz görmüş olduk bu olayda. Hangi psikoloji, hangi ruh hali veya hangi sarhoşluk insana o şişeyi attırabilir gerçekten çok merak ediyorum. Yarın öbürgün bunu yapan sıfatsızı bulup, o çocuğun annesiyle yüzyüze getirdiklerinde hangi yüzle annesinin suratına bakabilecek? "Cinayete teşebbüs" aha bu olsa gerek.

Neyse lafı uzatmayalım. Sen iyileş de aslanım, gerisini boşver şimdilik.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Dragoman

Gezmeyi gerçekten çok seven bir insan olmama rağmen, uçakla seyahat etmekten fevkalade korkuyorum. Malesef benim durumum "ay benim annem de uçaktan korkuyor, ama sakinleştirici alınca hiç bir şeyi kalmıyor" veya "ya uçmadan evvel bir şişe viskiyi devir, burdan Yeni Zelanda'ya kadar pamuk gibi uçarsın" seviyesinden bir nebze daha ileride. 3 kez psikologa gittim, fakat bir netice alamadım. Bu yıl itibariyle 10 yıldır uçağa hiç binemedim (işin enteresanı çocukken çok bayılmasam da binebiliyordum, 15 yaşında başladı bu korku ve hayır, uçakta hiç bir ters durum yaşamadım). 2 kez İngiltere'ye, 1 kez İtalya'ya trenle gittim, yurdun içindeki ücra noktalara otobüsle gittim falan filan. Bir gün geçecek ama nasıl geçecek ben de bilmiyorum. Neyse konuyu psikolojik durumumdan, Dragoman'a doğru çevireyim.

Dragoman'la bir tren yolculuğu esnasında tanıştım. Sofya'dan İstanbul'a dönerken, yan kabinimde Kanada'lı bir çift seyahat ediyordu. İstanbul'da ne yapacaksınız ne kadar kalacaksınız sohbetinin sonunda İstanbul'dan Kazakistan'a hareket edeceklerini söylediler. "Hmm, enteresanmış uçakla kaç saat sürüyor peki" sorusuna "uçakla değil, otobüsle gidiyoruz" cevabını alınca kendim gibi bir ruh hastaları bulmuş olmanın sevinci bir yana, epey bir şaşırdım. Sohbet koyulaşınca Dragoman isimli bir tur şirketiyle seyahat ettiklerini, şirketin dünyanın çeşitli noktalarında böyle abuk subuk tur organizasyonları olduklarını söylediler.

İstanbul'a iner inmez ilk işim internete girip bahsi geçen şirketi araştırmak oldu, ve haliyle o gün bugündür bu tip gezileri aklımdan çıkartıp atamıyorum. İstanbul'dan başlayan veyahutta yolu geçen çok sayıda gezisi var, İstanbul'dan Cape Town'a veyahutta Pekin'e kadar turlar bile var.


Turlar yukarıda görülen otobüse çevrilen kamyonlarla yapılıyor. Web sayfasını biraz inceleyip, bahsi geçen turların programlarına, haritalarına, resimlerine bakmanızı öneririm. Sitede gezerken bile kendinden geçiyor insan. Tabi ki bol bol zaman ve para lazım.

Böyle bir turla gezmek kadar bu tip bir işte çalışmayı da çok isterdim. Ev, aile, insanın kendi şehri falan iyi güzel kavramlar ama bir kere gelinen dünyada gezilecek görülecek o kadar çok yer ve yapılacak o kadar çok şey varken bir yere çakılı kalmak çok büyük bir israf gibi geliyor bana. Her grupta iki rehber oluyormuş, gezme gösterme işleriyle beraber otobüsü kullanma, grupla ilgili ayarlamaları yapma, vb işleri üstlenen. Bu şekilde bir ömür geçirmek tabi ki zor, ama en azından bir kaç senemi böyle bir işte çalışarak geçirmeyi çok isterdim gerçekten. Düşünsenize, hem dünyayı geziyorsun hem para kazanıyorsun.

Kimbilir, belki bir gün ?...

Biir kii üüç Insuaaaa

Çeşitli sebeplerle uzun zamandır arkadaş grubu olarak tribünde aktif bir şey yapmama kararı almıştık, dün itibariyle üzerimizdeki ölü toprağını atmış bulunuyoruz. Hafta içinde Insua, Cana, Neill, Tugay, Sabri ve Baros'a pankart yaptık, bir de büyük "Welcome to Ali Sami Yen Hell" pankartıyla güney tribünü süsledik. Sopalı bayraklar, eski pankartlar, vs saklandıkları yerlerinden çıkartıldı. Evet takım hala kötü, yönetim b.k gibi, tribünler de eskisi gibi değil, fakat bir şeylerin ucundan tutmak lazım bir şekilde.


Resim çok net değil, ve pankartlar oldukları kadar güzel çıkmamışlar sanki. Ama hepsi el emeği, son derece güzel pankartlar oldu. Diğer pankartların resmini bulamadım, bulursam ekleyeceğim. Insua'ya pankartı göstermemiz de baya bomba oldu, kenarda ısınıyor bağırıyoruz Insuaaa Insuaaa diye duymuyor bir türlü. Sonunda organize olup biir kii üüç Insuaa diye bağırınca dönüp baktı, topluca localara astığımız pankartları gösterdik. Yüzünde güller açtı haliyle, baya mutlu oldu. Maç esnasında devamlı dönüp dönüp pankartına baktı. Seviyorum bu çocuğu, bir kaç ay sonra gidecek olsa da yıllardır bu takımda olanlardan çok daha Galatasaray'lı geliyor gözüme. Twitter'ını takipteyim, pankartıyla ilgili bir şeyler yazmazsa fena bozuşacağız yalnız seninle Emiliano !

*En soldaki silüet pankartı yıllar evvel kaybettiğimiz Murat Elsaleh kardeşimizin bir resmi. Pankart kenarından yırtıldığı için biraz yamuldu malesef.

5 Şubat 2011 Cumartesi

O diil de #3

- Newcastle United 4-4 Arsenal: ilk 26 dakika Arsenal dört tane, son 26 dakika Newcastle dört tane attı muhteşem ötesi bir maç oldu, Premier League'de ilk kez bir takım 4 gol geriden gelip maçı çevirdi. Son dakika 5 bile oluyordu, top direği yaladı bir pozisyonda. Diaby'nin gördüğü kart heralde bir futbolcunun görebileceği en aptalca kırmızı kart olabilir, resmen takımını yaktı.

- Bu 8 gollük maçın yanında Premier League en bereketli günlerinden birini yaşadı sanırım. Manchester maçına kadar 7 maçta atılan 38 gol vardı, o maçta da 3 tane atıldı. 8 maç, 41 gol. Alt biten maç yok! Dortmund-Schalke maçından bol bol goller beklerken o maçın 0-0 berabere bitmesi ve ertesi günü bir gol patlaması görmemiz ilginç oldu. Manchester United küme düşme hattının son sırasındaki Wolverhampton Wanderers'a kaybetti ve 30 maçlık namağlup serisinin sonuna geldi. Everton-Blackpool maçının özetini de tavsiye ederim.

- Beşiktaş-Karabük maçının son dakikalarında kalp spazmı geçiriyordum resmen, oynayan takımlardan birini tutmamama rağmen (içten içe Beşiktaş'ın kazanmamasını istiyordum tabi ki). Ne pozisonlar kaçtı öyle, aman yarabbi. Beşiktaş'ın buz gibi golünü yemişler yalnız, Simao da hakikaten muhteşem bir futbolcu.

- Fenerbahçe şu anda şampiyonluğun en büyük adayı gözümde. Trabzon'un bu baskıyı kaldırması çok zor, başka bir takım olsa belki olabilirdi ama Trabzon gibi tamamı tezcanlı insanlardan oluşan bir şehir kolay kolay bu durumdan sıyrılamaz diye düşünüyorum. Bursa 2'de 2 yaptı, ama hala geçen seneki Bursa'dan çok uzak benim gözümde. Miller transferi tuttu gibi, (bu cümleyi yazdığım anda Premier League tv'deki adam Kenny Miller'la ilgili bir şey söyledi, bu kadar olmaz) ama Fener'i Kadıköy'de yenmeleri çok güç. Bakalım, inşallah yanılırız tabi ki gönlümüz şampiyonun yine Anadolu'dan çıkmasından yana, rengi farketmez.

- Yarın yeni stadımız benim gözümde ilk sınavını verecek, çünkü çok sağlam tribünlü takımlardan Eskişehir geliyor. 2600 kişilik kontenjanın tamamı dolacaktır, ve olur da skor avantjını falan ele geçirirlerse serenat dinleriz gibime geliyor.


Mick McCarthy reis, günün adamı.

4 Şubat 2011 Cuma

Yeni bir "özel" ürünle karşınızdayız

Son "özel" ürün olayı hafızalardadır diye tahmin ediyorum. Bu hafta store karşımıza yeni bir "özel" ürünle çıktı. Ürünün linki için tıklayınız. Satışa çıkarılacakları gerekçesiyle Beypazarı maçından önce sökülen Ali Sami Yen koltukları, internet sitemizden satışta.

Şimdi gelelim konuyla ilgili sıkıntımıza. www.gsstore.org, yani Galatasaray Store'un ana sayfasında ürün girişte yer alıyor, ve "Ali Sami Yen anılarda, ruhu yanında" şeklinde lanse ediliyor. Fakat ürüne tıklayıp resimlerine dikkatlice bakınca ürünlerin üstünde tek bir çizik, kir, pas, çekirdek çöpü, kırık dökük, koltuk numarası vb o stadda yer almış bir koltukta bulunması gereken hiç bir özellik yer almıyor. Tabiri caizse "cillop" gibi koltuklar.

Konu bir haftadır gündemde fakat ben gidip canlısını görmeyi ve görmeden yorum yazmamayı tercih ettim. Dün yolum Mecidiyeköy'e düştü ve store'a uğradım, (Elektrikler kesildiği için içerisi öyle bir zifiri karanlıktı ki merak edip kasiyere "hayrola, kapatıyor muyuz?" diye sorma gereği hissettim. Evet, bir jeneratörümüz bile yok.) ve şu meşhur koltukları sordum. Kasiyerin verdiği cevap koltukların sadece internet üzerinden satışa çıkartıldığı oldu.

Şimdi burda insan ister istemez şüpheye düşüyor. Acaba bu resimler temsili mi, ve satışa çıkartılacak koltuklar gerçekten almayı düşünen insanların hayalindeki gibi kırık döküklü, kirli, çekirdek çöplü Ali Sami Yen ruhunu beraberinde getirecek gerçek koltuklar mı? Yoksa resimde görüldüğü gibi yolu Mecidiyeköy'e bile düşmemiş fabrikasyon ürünü cillop gibi koltuklar insanlara kakalanmaya mı çalışılacak?

Bu yönetimden her şeyi bekliyorum ama bu çapta bir sahtekarlık ve düzenbazlık yapacaklarına inanasım gelmiyor. Koltukların sevkiyatı 28 Şubatta başlayacakmış, bekleyip göreceğiz. 105 lira da çok fazla, ayrı mesele.

Konuya takılma sebebim kendime koltuk almayı düşünmem değil, yanlış anlaşılma olmasın. Benim içim rahat, Gençlerbirliği maçında kapalıdan bir sarı bir de kırmızı koltuğu söktüm. Evvelden de birsürü vardı, bir iki tane de VIP koltuklardan çözebilseydik oturma grubu bile yapardım salona.

Allah neşeni bozmasın


Fotoğraf bugünkü maçtan. Başkanı olduğun takım ömrü hayatında görülmemiş kadar kötü bir durumda, Avrupa için tek umudu olan Türkiye kupasından elenmek üzere, büyük başkanın yüzünde güller açıyor. Ne diyelim, Allah neşeni bozmasın. Resmi sitemizde gördüm bu arada resmi, utanmadan oraya koymuşlar bir de. Güler misin, ağlar mısın? Adam gülüyor...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Arap dünyasından tribünler - Wydad Casablanca

Şu sıralarda halk isyanlarıyla gündemin bir numaralı konusu haline gelen Arap dünyası ülkelerinde, tribünler ne alemde bir göz atalım. Her yazıda bir klübü ele alarak; Fas, Mısır, Tunus, Suudi Arabistan vb ülkelerin tribünlerini tanıtmak istiyorum, vira bismillah.


Wydad Casablanca (WAC), isminden de anlaşıldığı gibi Fas'ın güzide şehri Casablanca'nın takımı. Ülkenin futbol olarak en başarılı şehri Casablanca demek yanlış olmaz, zira Fas liginde en çok şampiyonluk gören, (ve diğer takımlarla aralarında sağlam bir fark olan) üç takımdan ikisi bu şehirden çıkmış: Wydad Casablanca (12), Raja Casablanca (9). Başkent takımı Rabat, 12 şampiyonlukla Wydad'la aynı sırada bulunmasına rağmen, ülke temsilcilerinin toplam 5 kez kazandığı Afrika şampiyonlar ligi'nde Casablanca (3 Raja+ 1 Wydad, 1 Rabat) yine farkını koyuyor.


Futboldaki başarısı bir yana, ülkenin en renkli tribünlerine sahip şehir yine Casablanca. Ezeli rakipleri Raja ile beraber 67.000 kişilik Muhammed V (Fas'ın Fransa'dan bağımsızlığı için mücadele eden, ve 1957'de Fas'ın bağımsızlığını ilan eden eski Fas kralı) stadını paylaşan Wydad tribünleri, Avrupa futboluna çevrilmiş gözlerden uzakta olmalarına rağmen muhteşem işler çıkartıyorlar.


Ülkemizden pek çok sayıda insanın Wydad'ı takip etmeye başlaması yukarıdaki "Madrassa Fel Koura" bestesinin yayılmasıyla oldu. Hatta Fenerbahçe tribünleri aynı melodiyi "Düştük yine yollarına, sevdamızı haykırmaya" şeklinde söylüyor. Gerçekten muhteşem bir melodi, sözlerini anlamak pek mümkün değil tabi ki ama dinlerken her defasında daha da fazla keyif alıyorum. Ara ara Fransızca giriyor, sonra Arapça'ya sarıyor falan filan bir bilen sözlerin manasını yazsa süper olur aslında. "Madrassa Fel Koura", futbol okulu demekmiş yorumlardan bunu çıkartabildim yorumlar da epey karman çorman çok verimli bir çeviri bulamadım. Bu versiyonda biraz hızlı söylemişler, youtube'dan aratıp çeşitli versiyonlarını dinlemenizi tavsiye ederim.


Tıklım tıklım tribünler, salkım saçak pankartlar ve bayraklar, meşale kokusu... Çok özledim şu görüntüyü İstanbul'da.

Baatiiistaaaooooo

João Batista Casemiro Marques, başka bir deyişle Mertol Karatay. Tribüne çağırmasını en çok sevdiğim oyunculardan birisiydi; hem melodisi ismine çok güzel uyuyordu, hem de oyuncuyu çok seviyordum. Gaziantep'te harikalar yaratan, Lucescu Galatasaray'a getirdiğinde de havalara uçtuğum bir isimdi.Kısa boyunun avantajını çok iyi kullanmasını bilen, fişek gibi bir futbolcuydu. Çok yetenekli olduğunu söyleyemeyiz ama sahada basmadık yer bırakmayan son derece mücadeleci bir oyuncuydu. Tabiri caizse, Appiah'ın biraz yeteneksiziydi.

Nedense Fatih Terim'le yıldızı bir türlü barışmadı. O dönem takımdaki iki gözdemiz olan Batista ve Abel Xavier'i hala anlam veremediğim bir şekilde takımdan gönderdi Fatih Terim ve devamında yaptığımız (bu iki futbolcunun tam zıttı profildeki) Petre ve De Boer tipi futbolcu transferleriyle o sezonu mücadelen uzak, sahada ruh gibi gezinen bir takım olarak geçirdik. Kimbilir belki bu iki isimden biraz daha faydalanılsaydı, 2003-2004 sezonunu o kadar kötü geçirmeyebilirdik, bugün de bazı şeyler daha farklı olabilirdi? Kimbilir...


Bizden sonra önce Ukrayna'da eski hocası Lucescu'yla buluşmaya gitti, sonrasında tekrar ülkemize gelip önce Konya sonrasında da Kasımpaşa formalarını giydi. Şimdi ise Brezilya'da dördüncü ligdeki Tupi Football Club'da forma giyiyor.

Batista'yla ilgili unutamadığım detaylardan birisi bir şampiyonlar ligi maçında (Club Brugge veya Lokomotif Moskova olma ihtimalleri kuvvetli) kornerden gelen topa ceza sahası dışından uçan kafa vurmasıydı. Yani ne bileyim; kontrol edip içeri doldur, kafayla indirmeye çalış, hiç olmadı Hakan Ünsal misali mesafe tanımaksızın kaleyi gör değil mi? Nasıl bir ruh hastası ceza sahası dışından uçan kafa vurur? Adam fişek gibi diye boşuna demedik yazının başında. Zaten o da kendini bu şekilde sevdirmişti bizlere, başkası yapsa küfürleri sıralayacağımız bir hareketi Batista yapınca tribünde kendimizden geçmiştik.

Burdan sevgilerimi gönderiyorum Batista'ya, sahada çılgın gibi mücadele ettiği, ayarsız ve bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle takıma renk kattığı günleri unutmadık, unutmayacağız.

Sevgili kızlar #2

Sevgili kızlar yazısına zamanla ilaveler ekleyerek onu da dev bir yazı dizisi haline getirmeyi planlıyorum. Bilin ki artık karşınızda o eski tepkisiz, her türlü saçmalığa "peki tamam" diyen, koyun Türk erkeği yok. Bir nesil uyanıyor. Siz sevgili kızlara da nacizane tavsiyem, burada yazılıp çizilenlerden en azından bir kaçını kulağınıza küpe yapmanız, yarın öbürgün lazım olabilir.

Şimdi sevgili kızlar, gelelim şu "ben senin hayatında kaçıncı sıradayım" meselesine. Hayatımda bir iki istisnai örnek hariç karşısında en çok darlandığım soru budur zannedersem, ve bu konuda yalnız olduğumu düşünmüyorum. 16-17 yaşını geçmiş ortalama her Türk erkeği hayatında en az bir kez bu soruyla karşılaşmış olması, ve aynı şekilde darlanmış olması lazım. Öncelikle şunu net bir şekilde söyleyeyim, dünyada hiç bir erkek kendi kafasında böyle bir liste yapmaz. Yani zannediyor musunuz ki şöyle bir durum var, mesela erkek arkadaşınız kendi hayatındaki öğeleri kafasında sıralıyor "Abi annemleri bire koyayım, hatunu iki yapsam, iyi de okuldan çocuklara ayıp olur lan zaten iki aydır çıkıyoruz biraz daha çıkalım belki ikiye koyarız şimdilik üçte takılsın, okul vee Beşiktaş hmm şimdi Beşiktaşı dörde koysam ama ders çalışıcaz diye maçlara gidiyoruz samimi bir liste olmaz ki. Dur abi bir baştan başlayalım Beşiktaş bir..." diye?

Böyle bir olay yok malesef canlar. Standart bir erkeğin hayatında önemli olan ve önemli olmayan şeyler vardır. Siz zaten muhtemelen o önemli olanlar kümesi içindesinizdir, o yüzden daha da fazla zorlamayın bazı şeyleri. "İlla bir numara olmalıyım", "en önemli ben olmalıyım" diye bir şey yok, sinir bozucu olduğu kadar gülünç de oluyor. Önemlisiniz işte, bırakın liste hesaplarını da bunun keyfini çıkartmaya bakın. Hepsini geçtim, "ama aşkım ben hayatında kaçıncı sıradayım bilmek istiyorummmm" sorusuna "fakat pöti bör bisküvitim, tabi ki bir numarasın sorduğun şeye bak" cevabı gelince bu cevabın samimiyetine ciddi ciddi inanıyor musunuz? Yani bu soruya zaten "ya biz böyle bir liste yapmayız, önemlisin işte o yetsin sana" cevabı veren erkek bu cevabın sonrasında minimum bir saatlik saçmasapan bir tartışmayı gözden çıkartmış demektir, hiçkimse de bununla uğraşmak istemediği için ısmarlanan cevap copy paste olarak yapıştırılır. Yapmayın etmeyin gözünüzü seveyim, size de yazık bize de. Soru saçma, cevap belli, amaç ne?

1 Şubat 2011 Salı

Versiyon Derken... #3

Alanis Morissette'i pek sevmem. Ama şu yaptığını beğenmemek elde değil. Normalde şarkıları bayık geliyor bana ve bu da biraz öyle aslında ama o kadar eğlenmişler ki yaparken, izlerken o hissediliyor, ve ister istemez eğlenceli oluyor şarkı.


Bu arada Alanis sevenlere saygım sevgim sonsuz. Hepsini buradan öpüp kucaklıyorum...

1970'lerde "You'll Never Walk Alone"

Gollerden sonraki yıkılmaya, tezahüratın güzelliğine gelin. Tam 41 sene öncesi, Türkiye'de milletin tezahürat yapmaya başlamadığı zamanlarda adamlarda ne tribün varmış arkadaş.



İlk golün ortasını yapan yapan Heighway (Steve Heighway on the wing...), golü atanı çıkarttınız mı spikerden ?

o diil de #2

- Yabancı kulüpler sitelerinde devre arası yeni transferi duyururken, nedendir bilmem "...hemen etkisini göstereceğine..." (...show immediate effect...) tarzı cümleler kuruyorlar genelde. Daha evvel takibini yapmadım ama bu sözü en haklı çıkaran transfer herhalde Pazzini'dir. Etki göstermeyi geçtim, resmen takımı ipten aldı be. Takım 2 farkla gerideyken 2. yarının başında gir, 2 gol 1 penaltı ve sayısız güzel, faydalı hareket, hooop 3-2. Helal olsun be Pazzo.

- O diil de Julio Cesar daha fazla evsiz gibi görünemezmiş herhalde. Tamam anladık üşüdün de, b.kunu çıkarmasaydın keşke.


- Sunderland'e de helal olsun. Bent'i Aston Villa'ya bir güzel ittirdikten sonra gelen parayı akıllıca harcadılar. Sessegnon ve Muntari ile takımın orta sahası onlar gelmedenkinin en az iki katı daha kaliteli hale geldi. Sessegnon'un Gyan-Campbell ikilisine vereceği destek de Bent'in yokluğunu aratmaz bence. Steve Bruce da ara trasfer döneminde yapılan hamlelerden mutluyum demiş. E bir de olmayaydın.

- Beşiktaş gençlerine üzülmemek elde değil. Önce Ersan, şimdi Cenk tam form tutmuşken böylesi uzun süreli sakatlıklar can sıkıyor hangi takım adına olursa olsun. Dedik ya önce futbolseveriz. En çok Ersan'a üzüldüm. Zira -popülist ya da değil- Türk Millî Takımı'nı seçmekle ilgili güzel açıklamalar yaptığı, A Millilerin defans hattına iyi ve kaliteli bir alternatif olarak ortaya çıktığı ve de çok iyi form tuttuğu dönemde olmasaydı keşke, ama kısmet. İkisi de en kısa sürede iyileşirler inşallah.

- Beşiktaş'ın taraftarına da üzülmemek elde değil. 17'de 17 deyip, daha 2. dakikada tökezlemek fena oldu. Tam da hepsi kendilerini inandırmışlarken.

- Asıl Bursa çalıştı, çabaladı, didindi, inat etti, aldı Altidore'yi. Azimle s.çmak bu olsa gerek. Transferde daima tok satıcı olan Villareal betonunu deldiler. Satın alma opsiyonunun olup olmadığına dair bir bilgiye erişemedim ama inşallah öyledir. Asıl anlamadığım Avrupa'dan elendin, geçen sene ligi kazandıran forvet hattın duruyor, ona Miller'ı da ekledin, Altidore'yi nerene ne yapacaksın sevgili Ertuğrul. Vardır bir bildiğin de, o bildiğinin ne olduğunu merak ettim biraz.

- Bu Brezilyalılar da memlekete dönme işinin suyunu çıkardılar iyice. Eve Dönüş tarzı bir yasa falan çıkardılar da bizim haberimiz yok galiba. Yakında Kaka, Maicon, Julio Cesar falan da gidecek herhalde. En son Sp. Lisbon'daki Liedson, Roberto Carlos'lu, Ronaldo'lu Corintihans'a dönmüş. Bu arada Corintihans, Corinçaa diye okunuyormui onu öğrendim geçen.

İkidir böyle futbol endeksli oluyor ama transfer sezonunun son dakikaları olmasına verin artık. Yarından itibaren bu köşemizde başka konu ve konuklara da yer vereceğiz.

Adu neymiş? Adu.

"Büyük yetenek olacak", 10 yaşında Inter'den milyon dolarlık transfer teklifi ve annesinin reddetmesi, 14 yaşında Nike ile sponsorluk anlaşması, annesinin telkiniyle millî takımda Gana yerine Amerika tercihi, 16 yaşında Amerika Futbol Ligi'nde 1. sıradan draft edilmesi, bu ligde gol atan en genç oyuncu olması, 18'inde 2 milyon dolara Benfica'ya gidiş, oradaki hocalarını çok etkilediğıne dair çıkan haberler, sırasıyla Monaco, Belenenses ve Aris'e satın alma opsiyonuyla kiralanması ve her sezon sonunda tırıs tırıs Lisbon'a dönüş, derken Rizespor...


Ulan Adu nasıl yalan oldun be abisi. Bir patlama, sıçrama, kendini gösterme ancak bu kadar yapılamaz. Ve bir anne evladını ancak bu kadar baltalar. Sal gitsin Inter'e. Aha bak 1 yaş küçük Balotelli nerelere geldi. En kötü Martins olurdu. Bir de Amerika tercihi. Yani Gana bir sonraki Dünya Kupası'nı alabilir diyoruz, jenerasyon diyoruz. Vur kafanı duvarlara.

Hoş ne olursa olsun FM'de yine almayacak mıyız? Elbette. Yine alır wonderkdid yaparız icabında. Tamam yetenek baki de, şu altteki fotoya bakıp, ilk zamanlarda söylenenleri düşününce... Ama 22'inde çöktün be hacı. Neyse bir Emenike olursun belki. O da birşey...


Bir de dikkatimi çeken bir şey var. Adam sürekli olarak doğuya doğru hareket halinde. Amerika'dan Portekiz'e, oradan Fransa, Yunanistan ve Türkiye. Böyle giderse 30'unda yine eve dönebilir.

Başlık da Rize'den bir diyalog. Kahvehanede Rizespor'a gönül vermiş amcalar konuşuyor.

x: Yeni pir topçi almişuk.
y: Adu neymiş adu?
x: Adu.
y: He onu diyrum adu neymuş?
x: Adu Adu.
y: @£#$½&%

Tun-chaiy Shon-li

Middlesbrough'daki ilk idmanından evvel kulüp yönetiminin basın mensuplarına dağıttığı notlarda yazan şekliyle isminin okunuşu. Fener'den ayrılması, Middlesbrough'a gidişi, daha iyisini yapabileceğine inandığım için buna anlam verememem, Middlesbrough'da 2 sezonda neredeyse efsane mertebesine yükselemesi, Stoke City'ye gitmesi, bu kadar sevildiği kulüpten 2.ligde bile olsa ayrılmasına anlam verememem, Stoke'ta oynatılmaması, üzülmem, oynatılmamasına anlam verememem ve bugün gelen haber.

Sakaryaspor'da oynadığı günlerden beri bildiğim, tanıdığım ve takip ettiğim Tuncay, Fener'den ayrıldıktan sonraki kariyerinde nihayet doğru ve akla yatkın bir transfer yaptı, yapabildi, yüzümüzü güldürdü.


Tuncay nihayet eli yüzü düzgün, kütür kütür oynayıp kendini daha rahat gösterebileceği bir Avrupa kulübüne geçti. Hem Bundesliga'daki oyun temposu ve stiline, hem de Steve McClaren'ın oynatmak istediği düzene olan uygunluğu ile başarılı olacağını düşünüyorum. Borges olayı çok güzel incelemiş, daha anlatmaya lüzum yok.

Wolfsburg'da Dzeko'nun gidişiyle taraftarın yaşadığı hayal kırıklığını performansıyla giderip yine oynadığı takımı destekleyenlerin sevgilisi olur inşallah. Bu arada Ramazan Amca'mın da dediği gibi "yavaş yavaş Fener'e yaklaşıyor" sanki. Bu kontratın bitiminde ya Kadıköy'de ya da Adapazarı'nda görürüz herhalde deparcıbaşını.


O diil de Wolfsburg'da Dzeko'dan gelen parayla çılgın attı be transferde. Helmes, Polak ve Orozco gibi FM yıldızlarını da kadroya kattılar. Artık daha da işe yaramazsa topluca bir duşa girsinler. 2 sezon önce şampiyon, şimdi sefalet. E her takımda bir Magath yok tabii.

Yürü "Kid", Adamın Asabını Bozma

Selim söylemiş ama az bile demiş. Oldu mu be El Nino, yakıştı mı? Sen değil miydinAtletico'dayken kaptanlık pazubandının içine Liverpool aşkını yazdıran, sen değil miydin hayalini yaşadığını, bu kulüpte kahraman olmak istediğini söyleyen. 3,5 sene miymiş yani Liverpool aşkın? Başarısız olunca gitmek miymiş herşeyden önce taraftarlık? Yani aslında ne Liverpool taraftarıyım Selim gibi, ne de Torres'e özel bir sevgim ve ilgim var. Ama kendini, sözünü, karakterini paraya satana hiç bir noktada tahammül edemiyorum. Selim büyüklük etmiş, ama ben gollerini de izlemem artık. Bir David N'gog'dan kıymetsizsin benim gözümde. Hadi yolun açık olsun. Ama blogun yolları sana tamamen kapalı. (Fare dağa küsmüş...)

Hem zaten o mavi forma da buna yakışmaz ki. Olmaz yani. Taş yerinde ağır diye bir laf var arkadaş. Al işte yakışmamış.


Bu arada Dalglish'e helal olsun. Efsane olmak neymiş gösterdi Torres'e. Kulüpten başarısızlık, kupasızlık ve para için ayrılacak olana ihtiyacının olmadığını, kim olursa olsun Liverpool'un böyle tavırlara tahammülü olamayacak kadar büyük bir kulüp olduğunu daha güzel anlatamazdı herhalde. "Ya ben gidiceeem" diye ağlayana yüz vermediği gibi aha kapı orada dedi. İnşallah anlamıştır dingil.