20 Mayıs 2011 Cuma

Geleceğe Dönüş 2

Geleceğe Dönüşte 1. filmi gösterime koyan Sakaryaspor, zor da olsa 2. filmi de bitirdi. Spor Toto 2. Lig Play-Off Yarı Finalinde Bugsaşspor'u, 1-0 geriye düştüğü maçın 1-1 tamamlanan 90 dakikası ve eşitliğin bozulmadığı uzatmaların sonunda penaltılarla 6-5 yenmeyi başardı.



Uzatmalarda Sakaryasporumuz daha fazla pozisyon bulan taraf olsa maçın penaltılara gitmesine engel olamadı. Şimdi rakip Beyaz Grubu 2. tamamlayan Bandırmaspor. Bandırma, yarı finalde Selim kardeşimi üzmüş, Adanademirspor'u elemişti. Sakaryaspor inşallah bu maçta Selim için intikam da alacak.


Şaka bir yana Sakaryaspor Play-Off finallerinde kaybetmeyi bir dönem alışkanlık haline getirmişti. Umarım o alışkanlıktan kurtulmuşuzdur da Sakaryaspor'u önümüzdeki sezon TRT 1'de izleme şansına erişiriz. Final maçı Pazar akşamı ve o gece "Geleceğe Dönüş 3" başlıklı bir postla görüşmek üzere.


Yıllardan beri düştük peşine,
Sen neredeysen büyük bir zevkle,
Uykusuz gözler bir tek şey ister,
Tribünde bizler, formayla sizler.

Eller havaya, atkı boyunda
Omuz omuza İNADINA

Yollarda, sokaklarda, tek tek yürürken
Omuz omuza birlikte bağırırken
Ellerimiz havada üçlü çekerken
Gel bu sevdayı bir de TATANGA'ya sor.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Hangi Gençliğin, Hangi Sporun Bayramı?

Hepimiz, gençliğimizin bir kısmını -ki muhtemelen de en güzel zamanlarını- az ya da çok bir ÖSS, şimdiki adıyla da YGS stresiyle boğuşarak geçirdik. Ondan önce de LGS vardı, o da OKS oldu. İsimler değişti ama ızdırapları aynı kaldı. Gençliklerini emen sınavda hakları yenen gençler, emeklerini savunup 2 bin kişi bir arada yürüyünce önce "kukla" oldular, sonra da karşılarına 5-10 bin genç konulma ihtimaliyle susturuldular. Çünkü aslında şifre vardı ama kopya yoktu. Zaten şifre de "sehven" konulduydu. Gençlere "bu işleri bırakıp" bir sonraki sınava çalışmaları tavsiye edildi. Sindirildiler. 
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?


Yasaya göre 18 yaşını doldurunca birey olduğu kabul edilen gençlerden, oy vererek kendilerini yönetecekleri seçmeleri için "karar vermeleri" beklenirken, 24 yaşına gelmeden alkolle tanışmamaları istendi, yasaklandı. Zira aynı gençlerin bu sefer de "doğru kararları veremeyip" olumsuz yönde gelişim göstereceklerinden korkuldu. Gençliğin gelişimi o kadar çok düşünülüyordu ki aynı gençler, yine olumsuz gelişirler diye porno sitelerin kapatılmasıyla zararlı içerikten korundu. Sağlıklı gelişen gençlik arzularını vitrin mankeni, damacana ve rulmanlara yansıttı. Hayvansever olanları ayrı tabii...
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?


Ticaret erbabı okul yöneticileri "bağışsız" kayıt almaz oldu. Kayıtdışı ekonominin en güzel örneklerinden biri olan kayıt bağışına gücü yetmeyen ailelerin evlatları, sınavla kayıt hakkı kazandıkları okullarda "kayıtdışı" oldular. Okullarımız ve eğitim müfredatımız dolu doluydu ama ÖSS/YGS'de arzu edilen ve aranan bilgi seviyesi bambaşkaydı. Bundan dolayıdır ki "Dershaneler", destekleyici unsur olmaktan çok, tek başına hazırlayan pozisyonuna geçiş yaptılar. Onların destekleyici rolünü de "Etüd Merkezleri" kaptı. Bir oraya bir buraya savrulurken beyinleri sıvılaşan gençler, yoğun tempoda bu "maraton"da koşarken, Etüd Merkezini geç Dershaneye gücü yetmeyen ailelerin evlatları ister istemez maratonda yaya kaldılar, kendi ellerinden gelen ile yetindiler.
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?

Fikrini söyleyen her genç birey başına bir şey gelebileceği olgusuna alıştı. Kimi bunu umursamadan konuşmaya devam etti, ama çoğu da konuşmaktan vazgeçti. Konuşanlar bazen başbakanın arabasını büyük buldu diye gözaltına alındı, bazen de okulunda eylem yaptı diye daha üniversite öğrencisiyken hapis cezasına çarptırıldı.
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?


En çok ilgiyi çeken spor konumundaki futbolda bile istikrarlı bir gelişim kaydedilemedi. Futbolcu yetiştirilmesinde Almanya'ya gebe kaldık. Mustafa Doğan bile Alamanya'dan getirildi. Artık Real Madrid'in orta sahası Nuri-Hamit-Mesut, ama biri hiç bizimle olmadı, diğer ikisi de mevsimlik pamuk işçisi gibi millî maçtan millî maça. Amatör branşlarda zaten hali içler acısı olan altyapıların, dönen paralara rağmen futbolda da hala yerlerde sürünmesinin sebebi, altyapı yatırımını soyunma odasını yenilemek sanan idareciler belki. Her transfer döneminde takımlar "gurbetçi seferine" çıktı. Altyapıdan adam çıkarmak "denk gelirse" olabilecek bir piyangoya döndü. Her yıl zarar ziyan yabancılara çarçur edilen paralar, gencecik yetenekleri oldukları yerde saymaya mahkum etti.
Peki 19 Mayıs hangi sporun bayramı?


Ülkenin spor bilgisi ve ilgisi futbola kilitlendi. Ne de olsa bu oyun toplumların afyonu. Büyük takımların futbol taraftarları, sporseverlikle kulüpçülüğü karıştırınca ancak, amatör branş müsabakaları izleyici çekmeye başladı. Amatör branş federasyonlarının kurulmasına hiç bir engel çıkarmayan Bakanlık ve Müdürlükler, iş ödenek ve bütçe aktarmaya gelince öncelikler belirlediler. Başarı kriterine göre bütçelendirme mekanizması benzersiz bir hâl aldı. Yurtdışına, ülkemizi temsile giderken maddi destek göremeyen amatör sporcular, müsabakalarda başarılı olunca dönüş bileti ile ödüllendirildiler. Zamanında başarı kazanmış sporcuların tebrik için elleri sıkılırken bile yüzlerine bakılmadı, sonra niye bakılsın ki? Madalyalarını sattılar üç kuruşa, eski millî sporcuydu hepsi.
Peki 19 Mayıs hangi sporun bayramı?

Şike, teşvik, doping, rüşvet... Her spor dalında, her senenin her sezonun muhabbeti aynı. Doping testi bile doğru düzgün yapılamadı da dünyanın en iyileri ülkeden kaçarcasına ayrıldılar. Şike, teşvik hep söylenti, hep huzursuzluk, hep kavga. Sanki adamcağız yıllar önce aksini söylemiş gibi sporcunun aptal ve ahlaksız olanı sardı her yanı. Düzgün olan, adam gibi olanlar alkışlandı, tebrik edildi. Sanki onun yaptığı ekstraymış gibi, sanki olması gereken o değilmiş gibi. Vücutlar sağlamdı belki ama kafalar o kıvamda olamadı hiç.
Peki 19 Mayıs hangi sporun bayramı?


19 Mayıs 1919 bir milâttı bu ülke için. Ve gençler bugünü coşkuyla ve gençliklerinin getirdiği enerjiyle kutlasınlar, vücuttan kafaya sağlamlığın sembolü sporu, gençlikleriyle taçlandırsınlar diye böyle adlandırıldı bugün zamanında. Ama artık ne spor bir bayramı hakediyor, ne de gençlerin bayram yapacak hâli var. Dinî bayramları, el öpüp harçlık koparmak için fırsat gören ufaklıklar gibi herkes, resmî bayramlarda tatil peşinde. Olan, kurayla stadlara dizilip, yollarda yürütülen gençlere oluyor. Tutku dolu seslerle okunan şiirler bir günlük duygu seli sadece. Bu ülkenin başbakanı bile 19 Mayıs törenine katılmayıp Siirt'teki mitingi için enerji toplamayı yeğliyorsa salın o çocukları da gitsinler. Sabahın köründe uykulu uykulu 19 Mayıs'a söylenmesinler. 19 Mayıs'ın gerçekte ne olduğunu unutup, o günden nefret etmesinler.

19 Mayıs 1919 bir milattı bu ülke için. Artık anlamını yitirmiş kavramlarla bugüne haksızlık etmiyor muyuz acaba? 19 Mayıs'ın Kurtuluş Bayramı olarak adlandırılması daha mantıklı değil mi? Gençliğe ve spora da kendilerine gelebildikleri vakit bir bayram ayarlanır artık...

Hayat & Futbol

["futbol aslında çok basittir. zor olan o'nu basit oynamaktır" (johan cruyff)]
["hayat futbola fena halde benzer" (savaş dinçel - dar alanda kısa paslaşmalar)]
+
___________________________________________________________

"hayat aslında çok basittir. zor olan o'nu basit yaşamaktır."



18 Mayıs 2011 Çarşamba

Ciao Blucerchiati...

Pazar akşamı oynanan maçta Palermo'ya 2-1 yenilen Sampdoria Serie A'ya veda etti. Maç sonrası 2002'den beri takımda olan kaptan Angelo Palombo'nun gözyaşlarına boğulup tüm stadı dolaşarak taraftarlardan özür dilemesi yürekleri burktu. 



Daha evvel bir yazımızda da değindiğimiz üzere güzel bir stada ve iyi tribünlere sahip bir takım olmalarına rağmen, bana kalırsa devre arasında Cassano (Milan) ve Pazzini'nin (Inter) takımdan ayrılmaları bu sonucu getiren en önemli sebepler oldu. Bu iki oyuncunun gidişiyle Manchester United'dan kiralanan Macheda ise doğal olarak onların yerini dolduramadı. Sezonun ilk yarısını 6 galibiyet, 8 beraberlik ve 4 mağlubiyet alarak ve de 20 de gol atarak 9. sırada geçmişlerdi. Gel gelelim ikinci yarıda ise yalnızca 12 gol atarak sadece 2 galibiyet, 4 beraberlik alabilmelerine karşın 13 kez mağlubiyeti tattılar. Bu 13 yenilginin 9'unda gol dahi atılamamış olması 2 etkili golcünün eksikliğini daha da çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. 




Öte yandan bu küme düşüşün transfer piyasasına hareketlilik kazandıracağını söylemek de pek yanlış olmaz. Zira Sampdoria sezon boyunca adları başka kulüplerle anılan kaliteli ve genç oyunculara sahip. Bu isimlerin başında İsviçre milli takımında da oynayan yetenekli sol bek Reto Ziegler (25) ve "yeni Pirlo" olarak lanse edilen Andrea Poli (21) geliyor. Bunlara ek olarak forvet Nicola Pozzi (24), sol açık Vladimir Koman (22) ve orta saha Fernando Tissone (24) de sayılabilir. Ayrıca kaptan Angelo Palombo (29) da Serie A'daki istisnasız her kulüpte oynayabilecek kapasitede bir oyuncu olmasına ve taliplisinin de bol olmasına karşın kaptanın gemiyi bırakacağını çok sanmıyorum.

üst sıra: Ziegler, Poli, Pozzi, 
alt sıra: Koman, Tissone, Palombo

Sen önceki sezonu 4. bitir, bu sezon başında Şampiyonlar Ligi ön elemesi ve ilk yarıda UEFA Avrupa Ligi maçları oyna, sonra gel sezon sonunda küme düş. Hakikaten de inanılır gibi değil ve eminim ki şu anda Sampdoria taraftarı da buna inanamıyordur.


1987-88, 1988-89 İtalya Kupası Sahibi, 1988-89 UEFA Kupa Galipleri Kupası Finalisti ve 1989-90 Şampiyonu, 1990-91 Serie A Şampiyonu, 1991 İtalya Süper Kupası Şampiyonu ve 1991-92 Şampiyonlar Ligi Finalisti olarak İtalya ve Avrupa'da bir dönem esip gürlemiş olan Sampdoria inşallah bir sezon sonra çok kan kaybetmeden Seria A'ya ve gelecekte de eski günlerine dönmeyi başarır. Umarım bu "ciao" bir addio" olmaz.



Bu da ne garip kulüp armasıdır arkadaş, her baktığımda başka bir şey görüyorum.

17 Mayıs 2011 Salı

Geleceğe Dönüş

Selim'in geçen gün Adanademirspor üzerinden bahsettiği üzere Spor Toto 2.Lig play-off maçları Antalya'da, Mardan Antalyaspor Stadı'nda oynanmaya devam ediyor. Selim tarafını belli etmiş zaten, bari ben de safımı tutayım. 



Doğma, büyüme Sakaryalıyım ve Sakaryaspor'un da kalbimde daima ayrı bir yeri vardır. Ama bundan ötesi bir futbolsever olarak Sakaryaspor'un taraftarıyla, tribünüyle, şehriyle, altyapısıyla ve geleneğiyle diama en üst ligde mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından taraftar bunu hakediyor.


1987-88 sezonunda Türkiye Kupası'nı kazanan ve ertesi sene ülkemizi Kupa Galipleri Kupası'nda temsil eden efsane takımın üzerinden çok zaman geçti. O zamandan beri takım, "asansör takım" kimliğinden kurtulamadığı 1. Lig (Süper Lig) maceralarının ardından son 3-4 senedir başta yönetimsel hatalar neticesinde tepe taklak gitti ve son iki sezoundur 2. Lig'de mücadele ediyor. 


Play-off'ların gediklisi Sakarya 'da bu sene işler iyi gitti aslında. Takımı çok iyi bilen, kulüp içersinde oldukça saygı gören ve Süper Lig'e çıkılan son 1.Lig yolculuğunda da takımın başında olan Şaban Yıldırım yönetiminde takım 2.lig Kırmızı grubu 4. bitirerek play-offlara kalmayı başardı. Dün akşam oynanan maçta da Sakaryaspor, Konya Torku Şekerspor karşısında 1-0 mağlubiyetten maçı 3-1 almayı başardı ve yarı finale yükseldi.




Takım Geleceğe Dönüş yapmaya çalışıyor, bakalım başarabilecekler mi? Yarı final maçı Perşembe 19.00'da Beyaz grubu 3. bitiren Bugsaşspor ile oynanacak. Demem o ki Sakaryasporumuz bu sene gelsin, Adanademir de seneye artık. Hadi hayırlısı...


O değil de Cafercan ne gol atmış yalnız...

Ustalar Şehri

Geçtiğimiz Pazar günü, askerliğini yapan ve aynı zamanda da doğumgünü olan bir arkadaşımızı ziyaret için günübirlik bir Edirne yolculuğu yaptık ufak bir arkadaş grubuyla. Tabii bu gezimizde meşhur Edirne Tava Ciğerinin de önemli bir rolü vardı, Selimiye Camii ile beraber. Sabah erken saatlerde başlayıp aşağı yukarı 2,5-3 saat süren rahat bir araba yolculuğuyla önce askerimizi almak için Uzunköprü'ye gittik. Bu arada Uzunköprü hakikaten de uzun bir köprü. Hatta yaklaşık 1,3 km uzunluğuyla dünyanın en uzun taş köprüsü ünvanını taşıyor. Sağında solunda çeltik tarlaları ile Ergene Nehri'ni geçen gerçekten de güzel bir yapı.



Akabinde yarım saatlik kısa bir yol daha teperek Edirne merkezine vardık. İlk hedefimiz tabii ki de ciğerdi. Askerimizin bilgileri ışığında şehrin belki de en meşhur ciğercisi Niyazi Usta'ya girdik ki zaten kapıda ciğerlerin kızardığı yağın hafif ve davetkâr kokusu karşıladı bizi.



Tam kıvamında kızarmış çıtır çıtır ciğer, yanında bol sarımsaklı, zeytinyağlı ve koyu kıvamlı cacık, güneşte kurutulmuş sürprizli (bazıları hiç acı değilken, bazıları hatta çoğu ciğer kopartıyor) kırmızı biberler, tazecik kıpkırmızı domatesler ve kütür kütür soğanlar... Tam bir damak şöleni. Cacığı her daim koyu kıvamlı severim ama daha evvel bu kadar sarımsaklı denememiştim ve çok yakıştığını söyleyebilirim. Kırmızı biberleri ise ayrıca anlatmak lazım. Edirne'nin Karaağaç bölgesinin mahsulü olan ve güneşte kurutulan bu biberler o kadar acı ki yerel adı "Karaacı". Evlat acısı da deseler olurmuş aslında, o derece, fakat acıyı sevene ilaç gibi geliyor. Kurutulduktan sonra bir de yağda kızartılıp çıtır çıtır edilen biberler ciğere de pek güzel yoldaşlık ediyor. Soğan ve domateslerin tazeliği de hem şaşırtıcı hem de keyif verici, elma yiyor gibi oluyor yani o derece. Ciğeri ise mevcut kelime dağarcığım ile anlatmam mümkün değil gerçekten. Kızarkadaşım ki, ciğerin kokusuna dahi tahammülü yoktur, yiyebildi bir miktar. "Ciğer sevmem" diyen bir diğerinin 1,5 porsiyon yemesinden bahsetmiyorum bile. Porsiyonlar da bildiğimiz İstanbul porsiyonlarının rahat 1,5 katı vardır. Demem o ki fırsatınız varsa, muhakkak gidip yiyin. Hem lezzetli, hem de adam gibi doyuran mükemmel bir tecrübe oldu benim için. İstanbul'da yediğimiz tava -ya da yaprak- ciğerlere boşuna para vermişiz bu zamana dek.


Bu lezzet şaheserinden dört köşe olmuş vaziyette, şehirdeki bir başka şahesere doğru yola koyulduk. Çok bilindik bir ifadeyle Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği yapı gerçekten de çok haşmetli ve büyüleyici. Estetiği ve mimarisinin çarpıcılığına bir anda kapılıveriyosunuz. Dış yüzeyde, avluda ve camii içindeki bezemeleri, kapıları, pencereleri, mahfilleri, miharbı ve minberi ayrı ayrı sanat eserleri sanki. Öte yandan inşaat mühendisi olarak başka bir gözle, yani teknik açıdan bakıldığında etkileyiciliği daha da artıyor. Minarelerin ve kubbenin yüksekliği ve ihtişamı, o koca kubbeyi taşıyan devasa kolonlar ile kolonlar arasındaki geniş açıklıklar gerçekten de çok çarpıcı. Selimiye Camii'ni böyle bir paragrafla anlatmak pek de mümkün olmayacak herhalde, ayrı bir yazı ile bu büyük dahîye saygımızı göstermek gerek.


Tüm bu gezimiz boyunca, güzel sohbetlerimizin yanında, asker olan arkadaşımız, askerlikten, çilelerinden, sorunlarından ve tüm bunlar neticesinden kafayı çizen, kendine ve çevresine zarar veren, hatta intihar eden bireylerden de bahsetti. Kendisi de zaten anti-militarist olan, tüm olaylara bambaşka, insancıl ve düşünsel bir çerçeveden bakabilen bu dostumuzun söylediklerinin de etkisiyle son günlerde kafamı kurcalayan vicdanî ret mevzusunu bir kez daha düşünme fırsatım oldu. Ayrıca geziyi yaptığımız 15 Mayıs "Dünya Vicdanî Ret" günüydü, bu vesileyle de "kendi kararını vermek ve seçimini yapmak istediği için kendi devletince yargılanan" tüm vicdanî retcilere de bir selam vermiş olalım.

Toparlayacak olursak, büyük dahi, ustaların ustası Koca Mimar Sinan, onun ustalık eseri Selimiye ve kendi alanında bir üstad Ciğerci Cengiz Usta'nın katkılarıyla şenlenen bu güzel günü, ustalar şehri Edirne turumuzu tamamladık. Böyle kısa gezilerle insanın ruhunu besleyip canlandırmasının ne kadar önemli olduğunu da görmüş oldum bir kez daha ve gerçekten de çok iyi geldi. Tekrarlayalım, fırsatı olan herkesin muhakkak gidip görmesi ve tatması gereken güzellikler barındıran bir şehir Edirne. Herkese tavsiye olunur.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Adanademirspor şanssızlığını kıracak mı?

Dün oynanan Bank Asya'ya çıkma play-offlarında 0-0 biten maçın uzatma dakikalarında 1-0 geriye düşen Adanademirspor, 120. dakikada bulduğu golle maçı penaltılara götürdü ve penaltılarda Yeni Malatyaspor'u elemeyi başararak yarı finale kaldı. Çarşamba günkü rakip Bandırmaspor. Adana'da şu anki heyecanı tahmin etmek güç değil, takım yıllardır bir üst lige çıkmanın kapısından o kadar şanssızca döndü ki, dünkü maçtan sonra acaba artık şansları döndü mü diye düşünmeden edemiyor insan. İçten içe bir korku da finale kadar çıkıp yine aynı şekilde elenmeleri, Allah korusun tabi ki. Adanademirspor - Sakaryaspor finali olursa hele tadından yenmez. Maçlar yakında olsaydı gitmeye niyetim vardı ama final tatili haftası Antalya'ya gitmek pek akıl kârı değil.



33. saniyedeki "Alleeaaam" çığlığına dikkat, bu takım çıkmasın da kim çıksın?

Tamam, seneye de Sakarya ve Kocaeli'ni alacağız.

"Yiyorsa counter'a gel"

Blogu tamamen futbol, tamamen sinema veya tamamen siyaset eksenine kaydırmaktan yana değilim ama hem Galatasaray olarak hem de ülke olarak öyle günler yaşıyoruz ki, insanın futbolun'un f'sinden bahsedesi gelmezken siyaset düşünmeden edemiyor.

Bugün hem İstanbul'da hem de Türkiye'nin çeşitli yerlerinde 22 Ağustos'ta yürürlüğe girecek internet sansürüne karşı tepki yürüyüşleri vardı. Bu protestolar ilk çıktığında 22 Mayıs ismi sürekli döndüğü için sağdan soldan duyduğum "15 Mayıs" tarihine pek fazla itibar etmemiş ve kendimi haftaya saklamıştım.


Tabiri caizse büyük saçmalamışım. Taksim muhteşem bir gün yaşadı bugün. Eylem için değil fakat Fransızca dersim için orada olup dersten çıkınca yürüyüşün tam ortasında kalmak gerçekten bugünün unutulmaz bir gün olmasını sağladı benim için. Yaratıcılıkta sınır tanımayan pankartlar ve sloganlar vardı, fakat Fransızca tayfası olarak favorimiz el emeği bir "Yiyorsa counter'a gel" pankartı oldu. Ne yazıkki resmini çekemedim!

O kadar genç, aydın ve güzel bir kitle vardı ki bugün insan ister istemez "acaba?" diye düşünmeden edemiyor. Acaba bir gün Türk genci uyanacak mı? 30 yılı aşkın süredir kendisini koyun gibi gütmeye çalışanların farkına varacak mı? Hakkının aramanın hakkı olduğunu görebilecek mi? Korkmadan, baskı görmeden gördüğü yanlışları haykıracak gücü ve cesareti kendinde bulabilecek mi?

Böyle günlerden sonra buna inancım artıyor. Daha geniş katılımlısı ve daha güzeli 22 Mayıs'a !

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Üniversite festivali resmi içeceği : Doğuş Çay

Bu yıl itibariyle üniversite (bahar festivali, gençlik festivali, şenlik falan diye de geçiyor) festivallerinde alkol satışı yasaklandı. Normalde pek fazla alkol tüketen birisi değilim ayrı mesele fakat böyle yasak olunca insanın daha bir canı çekiyor, yasak elma hikayesinde olduğu gibi.

18 yaş 24 yaş tartışılır belki orası ayrı konu ama üniversite festivalinde alkol satışı yasaklanacak noktaya geldiysek bu ülkede bazı şeyler gerçekten yolunda gitmiyor. Nerede yasakçı bir zihniyet varsa orada da pratik çözüm vardır mantığı neyse ki halen geçerliliğini koruyor, millet ya önceden içip geliyor ya da çantasının köşesinde orasında burasında bir iki şişe bir şey sokmaya çalışıyor. Sayın başbakan youtube yasağıyla ilgili "Ben girebiliyorum, isteyen bir yolunu bulup girer" minvalinde bir laf etmişti zamanında, heralde alkol olayı sorulsa yine benzer bir tepkiyle karşımıza çıkacaktır. Kendi yasaklaktırttığı şeyi yapabilmek için canbazlık yapan ve bunu açıkça halkına itiraf edip üstüne bir de tavsiye eden bir ülke lideri ancak bizim ülkemizde olur heralde. E madem öyle niye yasaklattırdın o zaman?


Neyse konumuza geri dönelim. Bu yıl festival resmi içeceğimiz çay ve yanında tabi ki püskevit. Bir "bira cips" ikilisinin yerini tutması güç belki ama mütevazı kadrosuyla Süper Lig'de tutunmaya çalışan takım misali elinden geldiğince mücadele ediyor bu ikili. Nice mutlu çaylı püskevitli üniversite festivallerine!

"Abi geçen gün üç arkadaş iki büyük çay bitirdik, ne ortam vardı bir görsen..."

10 Mayıs 2011 Salı

1996

Normalde pek adetim değildir ama dün Hürriyet'in Kelebek ekine bakarken buldumu kendimi bir anda. Kim kim'e ne demiş Demet Akalın kime laf sokmuş falan filan derken güzel bir kız resmi dikkatimi çekti, kendisi İstanbul sosyetesinin güzide isimlerinden birisiyle nişanlanan Faber Castell ailesinin genç damat adayının kız kardeşiymiş. "Of be hatuna bak, hem güzel hem zengin" falan diye düşünürken haberin altındaki "15 yaşındaki ikizler Sarah ve Victoria ise güzellik ve şıklıklarıyla göz doldurdu" yazısını görmemle insanlığımdan utanmam bir oldu. 15 yahu, onbeş ! Doğum yılı 1996, bindokuzyüzdoksanaltı.

Ara sıra aklıma gelip beni düşünürse de, zamanın hakikaten ne kadar çabuk geçtiğini bana bu kadar iyi gösteren başka bir örnek olmamıştı. 1996 yahu, hani şu Souness'in bayrağı diktiği, Jumanji filminin geldiği, Zeki Müren'in öldüğü, Alpay'ın Vlaovic'i düşürmediği, İstanbul'un Habitat diye hala ne işe yaradığını çözemediğim bir dalgadan ötürü tüm kaldırımlarının sökülüp yeniden yapıldığı, Avrasya feribotunun kaçırıldığı hatta Susurluk kazasının olduğu seneden bahsediyorum.

O yıl doğan bebekler bugün neredeyse büyük büyük insanlar olmuşlar. Küçükken yaşlılar derdi de inanmazdık, ama vakit hakikaten çok çabuk geçiyor galiba. Gidişat öyle ki bundan bir beş-on sene sonra güzel bir kız göreceğiz, "kaç yaşındaymış" diye sorunca "2000'li abi" diyecekler. Arkama bakmadan kaçarım yeminle.

Kaldığımız yerden

Devam edelim diyorum yavaştan. Blog yasağı olduktan sonra kendi adıma pek bir şey yazmayı düşünmemiştim. DNS ayarı değiştirerek girmek mümkündü tabi ki ama sanki yeteri kadar insan okuyamayacak (yüzbinlere hitap ediyoruz) gibi geliyordu, biraz da bu kadar saçma bir ülkede yaşadığımız için hevesim kalmamıştı. Peşinden iş-güç, okul bitirme telaşı, biraz da başka türlü şeyler eklenince blogu tamamen unuttum. Kaç kişi okur, veyahut merak eden olmuş mudur bilmiyorum tabi ki ama yazma gereği hissettim yine de, okur kitlemize karşı sorumluluk hissediyorum ufaktan da olsa.

Uzun lafın kısası kaldığımız yerden devam edelim. Yasak falan olmasın, kalpler kırılmasın.