25 Kasım 2011 Cuma

Eyüp

Bu yazıda 2 kişiden bahsetmek istiyorum size, ikisinin de adı Eyüp.


1. Eyüp, 4'ü erkek 5 çocuğu olan Karslı bir ailenin 2. büyük evladı. İlkokulu birleşik eğitim veren bir köy okulunda bitirmesi bile mucizeyken, azmedip ortaokul ve liseyi de Kars'ta tamamladı. İdealleri ve hayalleri vardı. Düzenin çarpıklığına bir tepkisi, aklında fikirleri vardı. Yılmadı, çalıştı. "Mülkiye" olarak da bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazandı. 4 sene boyunca iyi derecelerle sınıfları birer birer geçti, arkadaşları arasında sevildi ve sivrildi. Öğrenci Konseyi'ne başkan oldu. Bir gün okullarına Süleyman Demirel'in geleceğini duydu. Bilinçli ve tepkiliydi. Ama yine de bir şey yapmamaya karar verdi. "Son dönemim, bitirmemi de verdim, bir stajım kaldı. Onu da tamamlayayım o zaman çıkarım karşısına" diye düşündü. Kendine hakim olmaya çalışıyordu. 


Bazen içinize bir his doğar, ne olduğunu anlamazsınız ama bilirsiniz bir şeyler olacağını. O gün de Eyüp için öyleydi. İçi kıpır kıpır ediyordu. Demirel'in konuşma yaptığı salon hınca hınç doluydu. Destekleyenler alkışlıyor, tezahüratlar yapıyor; protesto edenler de ıslıklayıp tepkilerini gösteriyordu. Eyüp arkadaşlarının "hadi sen de sor  bir soru, göster gününü" gazlamalarına tepki vermiyordu. Derken soru sormak isteyen birine elden ele uzatılan mikrofon bir anda onun eline geldi. Belki bilerek belki de içgüdüsel olarak ayağa fırladı. 


"Bu ülkeyi 1. yönetişinizde ne verdiniz? 2. yönetişinizde ne verdiniz? 3.,4. seferlerde ne verdiniz ki, 5. kez başbakanlığa talip oluyorsunuz? Bir insan bir hatayı 1 kez yapar, 2 kez yapar, 5 kez de yapmaz ki."


Salonda kısa bir sessizliği büyük bir gürültü takip etti. "Helal olsun"lar ile "Yuh"lar birbirine girdi, salondaki karşıt görüşlü öğrencilerin kendileri gibi. Güvenlik görevlileri Demirel'i Rektörle beraber dışarı çıkarırken, Eyüp'ü de kolundan tuttukları gibi Dekan'ın odasına götürdüler. "Bu yaptığın kabul edilemez, hemen disipline sevkedeceğiz seni" dedi Dekan. "Yapmayın, etmeyin" demedi. İdealist olduğu kadar dik kafalıydı da çünkü. "Bana bunu yapmaya hakkınız yok. Sırf düşündüklerimi söyledim diye beni disiplin kuruluna yollayamazsınız" dedi. Devir yapılamayanların, yapılmaması gerekenlerin yapıldığı devirdi. "Gör, bak" dedi Dekan yüzünde sinsi bir ifadeyle. Çok sinirlendi, "Bu kafayla daha çok yaşamazsınız" dedi. Dediği an pişman oldu belki ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere. "Atın bunu dışarı" diye bağırdı Dekan.


Olayın üzerinden bir hafta geçmemişti ki arkadaşlarıyla kahvaltı ederlerken, içlerinden biri "Hass.ktir" dedi, "Dekan'ı bıçaklamışlar!". Zaman karışık zaman tabii ama son günlerde Dekanla bir husumet yaşayıp, onu tehdit eden kim vardı; Eyüp. Apar topar gözaltına alındı, nezarette bekletildi uzunca bir süre, güzelce(!) sorgulandı. Tüm bunlar olurken üniversite yönetimi, ışık hızında okuldan attı Eyüp'ü. Çok da uzun olmayan bir süre sonunda gerçek suçlu bulundu ama iş işten geçmişti Eyüp için. Demirel'e yaptığı "saygısız ve utanmaz" davranışı ile Dekan'a savurduğu tehdit, kararın onanmasına ve örgün eğitimle ilişiğinin kesilmesine yetti. Hayallerini, umutlarını, halk ve millet için yanıp tutuşan kalbini alıp terketti Ankara'yı, daha da gitmedi.


2. Eyüp yağız bir delikanlıydı. 18'inden sonraki her yazı, eli ekmek tutsun, ailesine bir katkısı olsun diye çalışarak geçirirdi. Klasik "bir ustanın yanına girsin, hem işi öğrensin, hem de ticareti" mantığıyla çalışıyordu ama yöntemi biraz farklıydı. Çevrede yeni başlayan ya da devam eden şantiyelerden biriyle anlaşıyor, bir tane de işi bilen demirci kalfası bulup, bu şantiyelerin demir işlerini yaptırıyordu. Kalfayla 4 liraya anlaşıp, işverenden 5 lira alıyor, aradaki fark da cebine kalıyordu. 


Gel zaman git zaman, bazen adam eksikliğinden, bazen laf olsun diye bir ucundan tuttuğu demir işini öğrendi, hem de iyi öğrendi. O kadar ki, kardeşlerine, kuzenlerine, köylülerine de öğretip kendi ekibini kurdu. Artık başka kalfa aramıyor, kendisi demirci kalfalığı yapıyordu, hem de iyi yapıyordu. O kadar ki, işverenlerinden biri vasıtasıyla Rusya'da bir şantiyeye gitti ekibiyle. Oradaki şantiyede yaptıkları iş beğenilince Tataristan'da başka bir projeye geçtiler. Orada bir kızla tanıştı. Gencecik bir İngilizce öğretmeniydi kız. Evlendiler. Rusya'daki işler tamamlanınca, Eyüp'ü ve ekibindekileri de sıla hasreti sarınca döndüler Türkiye'ye. Eşiyle annesi de geldiler. Eyüp Kars'a dönmedi, İstanbul'da kurdu düzenini. Eşi de özel bir okula girdi İngilizce öğretmeni olarak, Türkçesini de ilerletti. 2 de çocukları oldu. Eyüp İstanbul'daki şantiyelerde demir işleri aldı, büyük işler. Artık herbiri birer kalfa olmuş kardeşleriyle idare ettiler bu işleri.


Derken geçtiğimiz Şubat ayında gazetede bir haber okudu 2. Eyüp, "25 Şubat 2011 tarih ve 27857 (Mükerrer) Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 6111 Sayılı Kanun'un 173. maddesinin geçici 58. maddesine göre terör suçundan hüküm giyenler hariç, üniversitelerden her ne sebeple olursa olsun ilişiği kesilenler ile bir programı kazandıkları halde kayıt yaptırmayanlar, Kanunun yürülüğe girdiği 25 Şubat 2011 tarihinden itibaren 5 ay süreyle öğrenimlerine tekrar başlayabilmek için ilgili ilgili oldukları Üniversite Rektörlüklerine başvurabilirler.". Bir daha okudu, yetmedi tekrar. Yıllar sonra, 2. Eyüp'e yeniden 1. Eyüp olma şansı verilmişti. Gözleri parladı. 21 yıl önce Ankara'dan ayrılırken valizine doldurduğu, ama hiçbir zaman bir kenara atmadığı hayallerinin, umutlarının üzerindeki tozu üfledi bu haberle. Kalbi zaten hep halkın ve milletin haliyle alakalıydı ama yine eskisi gibi tutuşmaya başladı. 21 yıl önce küstüğü Ankara'ya döndü. Kovulduğu okuluna başı dik bir şekilde girip yaptırdı kaydını. Bir stajı kaldı, onu da tamamlayınca hep istediği gibi siyasete atılacak Eyüp. Ha bu zamana kadar da yapardı siyaseti aslında, hatta şu anda yapanların alayından da iyi yapardı ama üniversiteden atılmış olmanın hüznü ağır çöktü hep omuzlarına, boynunu büktü, yapamadı. Ayrıca her işi, onun okulunu okuyanların yapması gerektiğine de inanmıştı Eyüp. 
Artık başı dik ve hep olduğu gibi gururlu girebilir siyaset sahnesine. 


İşte, daha yeni tanıştığımız bir gün gelip "Şefim, Simyacı'yı okudunuz mu siz?" diye sorup aklımı hoplatan, Marksist teorinin eksikleri nelerdir, Sosyalizm neden çökmüştür, sosyal devlet nasıl olmalıdır konularında ders verecek derecede bilgili, üniversite okumuş demirci kalfası Eyüp'ün hikayesidir bu.


İster istemez bir soru canlanıyor aklımda; bir ömürde kaç hayat yaşayabilir insan? 

4 Haziran 2011 Cumartesi

Rüyalar alemi

Geçtiğimiz gece hayatımın en ilginç rüya kombinasyonlarından birisiyle karşılaşınca bununla ilgili yazmaya karar verdim. Hani bir kitap okumaya başlarsınız da yazar kafa karıştırmak için sonradan birleşecek birbirinden bağımsız hikayeleri sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi ardı ardına anlatır ya, aynen öyleydi benim rüya kombinasyonum da.


Birincisinde bir otobüste İstanbul'dan San Fransisco'ya doğru yol alıyordum. Yolculuğun fiziken imkansızlığı bir yana, muavinin gelip feribot sırası beklediğimiz için normalde 20 saat olan yolculuk süresinin 21 saate çıktığını söylemesi, yan sırada oturan ve hayallerimizde derslere bile bikiniyle girip çıkan afetler olarak yer alan California hatunu, ve her koltuk arkasında bulunan medya portalında İsmail Türüt mp3 klasörü gibi detaylar rüya içindeyken bile bana "bu ne biçim rüya lan böyle" diye sordurttu. İsmail Türüt klasörünü biraz olsun karıştırmış olabilirim, itiraf ediyorum. Uçak korkumdan daha önce bahsetmiştim, kendime bu uçak korkusunu yenmek için de 2014 Dünya Kupası - Brezilya şeklinde bir hedef koydum. Lafı geçtiği zaman da "ama gemiyle, ama trenle, ama otobüsle, ama uçakla bir şekilde gideceğim" diye bahsediyorum. Sanırım bilinç altım bunların içinden bir tek otobüsle gitmeyi mantıklı olarak görüp diğerlerini silip attı. Umarım şaka yapıyordur.


Rüyanın ikinci perdesinde ise gözlerimi Stamford Bridge'deki soyunma odasında açtım. Boru değil, Chelsea'nin teknik direktörüyüm ve sahamızdaki ilk maç. Chelsea'dan oldum olası hiç hazzetmemişimdir, ne parası ne pulu beni asla cezbetmemiştir. Hali hazırda mavi renkli bir takıma (Napoli ve Marsilya hariç ama onların mavisi epey açık renk sayılır) sempati duymam epey güç. Sadece özellikle 80'li yıllarda İngiltere'nin anasını ağlatmış ruh hastası taraftar grubu Chelsea Headhunters'dan ötürü miniminnacık bir sempatim vardır kendilerine. Fakat bunun artık pek önemi yok, sonuçta ben bir profesyonelim ve eskiden pek bayılmasam da şu anda Chelsea'nin başındayım. Lampard, Drogba falan yanımdan geçip gidiyor, arada Mourinho'yu falan görüyorum. Neyse bu kadar beklemek yeter diyip sahaya çıkıyorum ve Stamford Bridge adeta yıkılıyor. Koşarak tribünleri selamlarken bir de ne göreyim, meğer rakip İngiltere'deki gözbebeğim Liverpool. İster istemez deplasman tribününe gelince duygusallaşıyor ve tribünün dibine kadar girip bir Liverpool'luya "Fuck Chelsea, I'm with Liverpool" tarzı bir şeyler söylüyorum. O da "Sen de haklısın, ne de olsa ekmek parası" dercesine gözlerini kırpıp sırtıma vuruyor. Alkışlarla turumu bitirdikten sonra şeref tribününe doğru çıkıyorum ve beni izlemeye gelen anneannemle sarılıp öpüştükten sonra rüya kendi kendine bitiyor.


Rüyanın üçüncü ve son perdesinde ise omzum Kadıköydeki 3-1'lik maçta çıkana kadar büyük bir heves ve aşkla devam ettiğim Brazilian Jiu Jitsu sporunu icra ettiğimiz salondayız, ve takımdaki en sevdiğim arkadaşlarımdan birisi olan Mert'le BJJ yapıyoruz. Omzum çıktıktan sonra bir türlü eskisi gibi olmadığı için spora dönemedim, ama 2 sene içinde hiç görmediysem rüyamda 40-50 kez BJJ yaptığımı gördüm diyerek ne kadar muhteşem bir spor olduğuna bir gönderme yapayım yeri gelmişken. Neyse Mert'le başarılı şekilde boğuştuktan sonra "İyi lan, omzum geçti heralde artık tekrar başlayabilirim" diye düşünerek rüyadan uyandım. Üçüncü rüya belki saçmalık skalasında en düşük olup akla en yatkın olanıydı kabul ediyorum, hatta uyandığım anda bu bölümü hatırlamıyordum. Sabah uyanıp maillerime girdikten sonra ise yaklaşık bir yıldır hiç konuşmadığım arkadaşımdan "Mert sizi Badoo'ya davet ediyor" şeklinde yarı spam yarı gerçek bir mail alınca bir anda rüya gözüme canlandı ve ister istemez bir "Hasss..." çektim.

Böyle şeyler muhakkak herkesin başına geliyordur. Uzun zamandır bir arkadaşınızı görmemişsinizdir, bir anda aklınıza gelir ve ertesi günü yolda görürsünüz. Çok sık olmasa da akılda yer edecek sıklıkta benim de başıma geliyor bu tuhaf meseleler ve batıl inancı sıfır olan biri olmama rağmen ister istemez aklımı kurcalıyor. Acaba normalde benzer şekilde 100 kişiyi düşünüp 99'unu ertesi günü görmüyor ve "Aa bak onu düşündüm ama nedense bugün görmedim" deme gereği duymuyor, fakat o geri kalan 1 kişiyi düşünüp görünce mi mucizelere inanıyoruz? Kimbilir...

20 Mayıs 2011 Cuma

Geleceğe Dönüş 2

Geleceğe Dönüşte 1. filmi gösterime koyan Sakaryaspor, zor da olsa 2. filmi de bitirdi. Spor Toto 2. Lig Play-Off Yarı Finalinde Bugsaşspor'u, 1-0 geriye düştüğü maçın 1-1 tamamlanan 90 dakikası ve eşitliğin bozulmadığı uzatmaların sonunda penaltılarla 6-5 yenmeyi başardı.



Uzatmalarda Sakaryasporumuz daha fazla pozisyon bulan taraf olsa maçın penaltılara gitmesine engel olamadı. Şimdi rakip Beyaz Grubu 2. tamamlayan Bandırmaspor. Bandırma, yarı finalde Selim kardeşimi üzmüş, Adanademirspor'u elemişti. Sakaryaspor inşallah bu maçta Selim için intikam da alacak.


Şaka bir yana Sakaryaspor Play-Off finallerinde kaybetmeyi bir dönem alışkanlık haline getirmişti. Umarım o alışkanlıktan kurtulmuşuzdur da Sakaryaspor'u önümüzdeki sezon TRT 1'de izleme şansına erişiriz. Final maçı Pazar akşamı ve o gece "Geleceğe Dönüş 3" başlıklı bir postla görüşmek üzere.


Yıllardan beri düştük peşine,
Sen neredeysen büyük bir zevkle,
Uykusuz gözler bir tek şey ister,
Tribünde bizler, formayla sizler.

Eller havaya, atkı boyunda
Omuz omuza İNADINA

Yollarda, sokaklarda, tek tek yürürken
Omuz omuza birlikte bağırırken
Ellerimiz havada üçlü çekerken
Gel bu sevdayı bir de TATANGA'ya sor.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Hangi Gençliğin, Hangi Sporun Bayramı?

Hepimiz, gençliğimizin bir kısmını -ki muhtemelen de en güzel zamanlarını- az ya da çok bir ÖSS, şimdiki adıyla da YGS stresiyle boğuşarak geçirdik. Ondan önce de LGS vardı, o da OKS oldu. İsimler değişti ama ızdırapları aynı kaldı. Gençliklerini emen sınavda hakları yenen gençler, emeklerini savunup 2 bin kişi bir arada yürüyünce önce "kukla" oldular, sonra da karşılarına 5-10 bin genç konulma ihtimaliyle susturuldular. Çünkü aslında şifre vardı ama kopya yoktu. Zaten şifre de "sehven" konulduydu. Gençlere "bu işleri bırakıp" bir sonraki sınava çalışmaları tavsiye edildi. Sindirildiler. 
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?


Yasaya göre 18 yaşını doldurunca birey olduğu kabul edilen gençlerden, oy vererek kendilerini yönetecekleri seçmeleri için "karar vermeleri" beklenirken, 24 yaşına gelmeden alkolle tanışmamaları istendi, yasaklandı. Zira aynı gençlerin bu sefer de "doğru kararları veremeyip" olumsuz yönde gelişim göstereceklerinden korkuldu. Gençliğin gelişimi o kadar çok düşünülüyordu ki aynı gençler, yine olumsuz gelişirler diye porno sitelerin kapatılmasıyla zararlı içerikten korundu. Sağlıklı gelişen gençlik arzularını vitrin mankeni, damacana ve rulmanlara yansıttı. Hayvansever olanları ayrı tabii...
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?


Ticaret erbabı okul yöneticileri "bağışsız" kayıt almaz oldu. Kayıtdışı ekonominin en güzel örneklerinden biri olan kayıt bağışına gücü yetmeyen ailelerin evlatları, sınavla kayıt hakkı kazandıkları okullarda "kayıtdışı" oldular. Okullarımız ve eğitim müfredatımız dolu doluydu ama ÖSS/YGS'de arzu edilen ve aranan bilgi seviyesi bambaşkaydı. Bundan dolayıdır ki "Dershaneler", destekleyici unsur olmaktan çok, tek başına hazırlayan pozisyonuna geçiş yaptılar. Onların destekleyici rolünü de "Etüd Merkezleri" kaptı. Bir oraya bir buraya savrulurken beyinleri sıvılaşan gençler, yoğun tempoda bu "maraton"da koşarken, Etüd Merkezini geç Dershaneye gücü yetmeyen ailelerin evlatları ister istemez maratonda yaya kaldılar, kendi ellerinden gelen ile yetindiler.
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?

Fikrini söyleyen her genç birey başına bir şey gelebileceği olgusuna alıştı. Kimi bunu umursamadan konuşmaya devam etti, ama çoğu da konuşmaktan vazgeçti. Konuşanlar bazen başbakanın arabasını büyük buldu diye gözaltına alındı, bazen de okulunda eylem yaptı diye daha üniversite öğrencisiyken hapis cezasına çarptırıldı.
Peki 19 Mayıs hangi gençliğin bayramı?


En çok ilgiyi çeken spor konumundaki futbolda bile istikrarlı bir gelişim kaydedilemedi. Futbolcu yetiştirilmesinde Almanya'ya gebe kaldık. Mustafa Doğan bile Alamanya'dan getirildi. Artık Real Madrid'in orta sahası Nuri-Hamit-Mesut, ama biri hiç bizimle olmadı, diğer ikisi de mevsimlik pamuk işçisi gibi millî maçtan millî maça. Amatör branşlarda zaten hali içler acısı olan altyapıların, dönen paralara rağmen futbolda da hala yerlerde sürünmesinin sebebi, altyapı yatırımını soyunma odasını yenilemek sanan idareciler belki. Her transfer döneminde takımlar "gurbetçi seferine" çıktı. Altyapıdan adam çıkarmak "denk gelirse" olabilecek bir piyangoya döndü. Her yıl zarar ziyan yabancılara çarçur edilen paralar, gencecik yetenekleri oldukları yerde saymaya mahkum etti.
Peki 19 Mayıs hangi sporun bayramı?


Ülkenin spor bilgisi ve ilgisi futbola kilitlendi. Ne de olsa bu oyun toplumların afyonu. Büyük takımların futbol taraftarları, sporseverlikle kulüpçülüğü karıştırınca ancak, amatör branş müsabakaları izleyici çekmeye başladı. Amatör branş federasyonlarının kurulmasına hiç bir engel çıkarmayan Bakanlık ve Müdürlükler, iş ödenek ve bütçe aktarmaya gelince öncelikler belirlediler. Başarı kriterine göre bütçelendirme mekanizması benzersiz bir hâl aldı. Yurtdışına, ülkemizi temsile giderken maddi destek göremeyen amatör sporcular, müsabakalarda başarılı olunca dönüş bileti ile ödüllendirildiler. Zamanında başarı kazanmış sporcuların tebrik için elleri sıkılırken bile yüzlerine bakılmadı, sonra niye bakılsın ki? Madalyalarını sattılar üç kuruşa, eski millî sporcuydu hepsi.
Peki 19 Mayıs hangi sporun bayramı?

Şike, teşvik, doping, rüşvet... Her spor dalında, her senenin her sezonun muhabbeti aynı. Doping testi bile doğru düzgün yapılamadı da dünyanın en iyileri ülkeden kaçarcasına ayrıldılar. Şike, teşvik hep söylenti, hep huzursuzluk, hep kavga. Sanki adamcağız yıllar önce aksini söylemiş gibi sporcunun aptal ve ahlaksız olanı sardı her yanı. Düzgün olan, adam gibi olanlar alkışlandı, tebrik edildi. Sanki onun yaptığı ekstraymış gibi, sanki olması gereken o değilmiş gibi. Vücutlar sağlamdı belki ama kafalar o kıvamda olamadı hiç.
Peki 19 Mayıs hangi sporun bayramı?


19 Mayıs 1919 bir milâttı bu ülke için. Ve gençler bugünü coşkuyla ve gençliklerinin getirdiği enerjiyle kutlasınlar, vücuttan kafaya sağlamlığın sembolü sporu, gençlikleriyle taçlandırsınlar diye böyle adlandırıldı bugün zamanında. Ama artık ne spor bir bayramı hakediyor, ne de gençlerin bayram yapacak hâli var. Dinî bayramları, el öpüp harçlık koparmak için fırsat gören ufaklıklar gibi herkes, resmî bayramlarda tatil peşinde. Olan, kurayla stadlara dizilip, yollarda yürütülen gençlere oluyor. Tutku dolu seslerle okunan şiirler bir günlük duygu seli sadece. Bu ülkenin başbakanı bile 19 Mayıs törenine katılmayıp Siirt'teki mitingi için enerji toplamayı yeğliyorsa salın o çocukları da gitsinler. Sabahın köründe uykulu uykulu 19 Mayıs'a söylenmesinler. 19 Mayıs'ın gerçekte ne olduğunu unutup, o günden nefret etmesinler.

19 Mayıs 1919 bir milattı bu ülke için. Artık anlamını yitirmiş kavramlarla bugüne haksızlık etmiyor muyuz acaba? 19 Mayıs'ın Kurtuluş Bayramı olarak adlandırılması daha mantıklı değil mi? Gençliğe ve spora da kendilerine gelebildikleri vakit bir bayram ayarlanır artık...

Hayat & Futbol

["futbol aslında çok basittir. zor olan o'nu basit oynamaktır" (johan cruyff)]
["hayat futbola fena halde benzer" (savaş dinçel - dar alanda kısa paslaşmalar)]
+
___________________________________________________________

"hayat aslında çok basittir. zor olan o'nu basit yaşamaktır."



18 Mayıs 2011 Çarşamba

Ciao Blucerchiati...

Pazar akşamı oynanan maçta Palermo'ya 2-1 yenilen Sampdoria Serie A'ya veda etti. Maç sonrası 2002'den beri takımda olan kaptan Angelo Palombo'nun gözyaşlarına boğulup tüm stadı dolaşarak taraftarlardan özür dilemesi yürekleri burktu. 



Daha evvel bir yazımızda da değindiğimiz üzere güzel bir stada ve iyi tribünlere sahip bir takım olmalarına rağmen, bana kalırsa devre arasında Cassano (Milan) ve Pazzini'nin (Inter) takımdan ayrılmaları bu sonucu getiren en önemli sebepler oldu. Bu iki oyuncunun gidişiyle Manchester United'dan kiralanan Macheda ise doğal olarak onların yerini dolduramadı. Sezonun ilk yarısını 6 galibiyet, 8 beraberlik ve 4 mağlubiyet alarak ve de 20 de gol atarak 9. sırada geçmişlerdi. Gel gelelim ikinci yarıda ise yalnızca 12 gol atarak sadece 2 galibiyet, 4 beraberlik alabilmelerine karşın 13 kez mağlubiyeti tattılar. Bu 13 yenilginin 9'unda gol dahi atılamamış olması 2 etkili golcünün eksikliğini daha da çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. 




Öte yandan bu küme düşüşün transfer piyasasına hareketlilik kazandıracağını söylemek de pek yanlış olmaz. Zira Sampdoria sezon boyunca adları başka kulüplerle anılan kaliteli ve genç oyunculara sahip. Bu isimlerin başında İsviçre milli takımında da oynayan yetenekli sol bek Reto Ziegler (25) ve "yeni Pirlo" olarak lanse edilen Andrea Poli (21) geliyor. Bunlara ek olarak forvet Nicola Pozzi (24), sol açık Vladimir Koman (22) ve orta saha Fernando Tissone (24) de sayılabilir. Ayrıca kaptan Angelo Palombo (29) da Serie A'daki istisnasız her kulüpte oynayabilecek kapasitede bir oyuncu olmasına ve taliplisinin de bol olmasına karşın kaptanın gemiyi bırakacağını çok sanmıyorum.

üst sıra: Ziegler, Poli, Pozzi, 
alt sıra: Koman, Tissone, Palombo

Sen önceki sezonu 4. bitir, bu sezon başında Şampiyonlar Ligi ön elemesi ve ilk yarıda UEFA Avrupa Ligi maçları oyna, sonra gel sezon sonunda küme düş. Hakikaten de inanılır gibi değil ve eminim ki şu anda Sampdoria taraftarı da buna inanamıyordur.


1987-88, 1988-89 İtalya Kupası Sahibi, 1988-89 UEFA Kupa Galipleri Kupası Finalisti ve 1989-90 Şampiyonu, 1990-91 Serie A Şampiyonu, 1991 İtalya Süper Kupası Şampiyonu ve 1991-92 Şampiyonlar Ligi Finalisti olarak İtalya ve Avrupa'da bir dönem esip gürlemiş olan Sampdoria inşallah bir sezon sonra çok kan kaybetmeden Seria A'ya ve gelecekte de eski günlerine dönmeyi başarır. Umarım bu "ciao" bir addio" olmaz.



Bu da ne garip kulüp armasıdır arkadaş, her baktığımda başka bir şey görüyorum.

17 Mayıs 2011 Salı

Geleceğe Dönüş

Selim'in geçen gün Adanademirspor üzerinden bahsettiği üzere Spor Toto 2.Lig play-off maçları Antalya'da, Mardan Antalyaspor Stadı'nda oynanmaya devam ediyor. Selim tarafını belli etmiş zaten, bari ben de safımı tutayım. 



Doğma, büyüme Sakaryalıyım ve Sakaryaspor'un da kalbimde daima ayrı bir yeri vardır. Ama bundan ötesi bir futbolsever olarak Sakaryaspor'un taraftarıyla, tribünüyle, şehriyle, altyapısıyla ve geleneğiyle diama en üst ligde mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından taraftar bunu hakediyor.


1987-88 sezonunda Türkiye Kupası'nı kazanan ve ertesi sene ülkemizi Kupa Galipleri Kupası'nda temsil eden efsane takımın üzerinden çok zaman geçti. O zamandan beri takım, "asansör takım" kimliğinden kurtulamadığı 1. Lig (Süper Lig) maceralarının ardından son 3-4 senedir başta yönetimsel hatalar neticesinde tepe taklak gitti ve son iki sezoundur 2. Lig'de mücadele ediyor. 


Play-off'ların gediklisi Sakarya 'da bu sene işler iyi gitti aslında. Takımı çok iyi bilen, kulüp içersinde oldukça saygı gören ve Süper Lig'e çıkılan son 1.Lig yolculuğunda da takımın başında olan Şaban Yıldırım yönetiminde takım 2.lig Kırmızı grubu 4. bitirerek play-offlara kalmayı başardı. Dün akşam oynanan maçta da Sakaryaspor, Konya Torku Şekerspor karşısında 1-0 mağlubiyetten maçı 3-1 almayı başardı ve yarı finale yükseldi.




Takım Geleceğe Dönüş yapmaya çalışıyor, bakalım başarabilecekler mi? Yarı final maçı Perşembe 19.00'da Beyaz grubu 3. bitiren Bugsaşspor ile oynanacak. Demem o ki Sakaryasporumuz bu sene gelsin, Adanademir de seneye artık. Hadi hayırlısı...


O değil de Cafercan ne gol atmış yalnız...

Ustalar Şehri

Geçtiğimiz Pazar günü, askerliğini yapan ve aynı zamanda da doğumgünü olan bir arkadaşımızı ziyaret için günübirlik bir Edirne yolculuğu yaptık ufak bir arkadaş grubuyla. Tabii bu gezimizde meşhur Edirne Tava Ciğerinin de önemli bir rolü vardı, Selimiye Camii ile beraber. Sabah erken saatlerde başlayıp aşağı yukarı 2,5-3 saat süren rahat bir araba yolculuğuyla önce askerimizi almak için Uzunköprü'ye gittik. Bu arada Uzunköprü hakikaten de uzun bir köprü. Hatta yaklaşık 1,3 km uzunluğuyla dünyanın en uzun taş köprüsü ünvanını taşıyor. Sağında solunda çeltik tarlaları ile Ergene Nehri'ni geçen gerçekten de güzel bir yapı.



Akabinde yarım saatlik kısa bir yol daha teperek Edirne merkezine vardık. İlk hedefimiz tabii ki de ciğerdi. Askerimizin bilgileri ışığında şehrin belki de en meşhur ciğercisi Niyazi Usta'ya girdik ki zaten kapıda ciğerlerin kızardığı yağın hafif ve davetkâr kokusu karşıladı bizi.



Tam kıvamında kızarmış çıtır çıtır ciğer, yanında bol sarımsaklı, zeytinyağlı ve koyu kıvamlı cacık, güneşte kurutulmuş sürprizli (bazıları hiç acı değilken, bazıları hatta çoğu ciğer kopartıyor) kırmızı biberler, tazecik kıpkırmızı domatesler ve kütür kütür soğanlar... Tam bir damak şöleni. Cacığı her daim koyu kıvamlı severim ama daha evvel bu kadar sarımsaklı denememiştim ve çok yakıştığını söyleyebilirim. Kırmızı biberleri ise ayrıca anlatmak lazım. Edirne'nin Karaağaç bölgesinin mahsulü olan ve güneşte kurutulan bu biberler o kadar acı ki yerel adı "Karaacı". Evlat acısı da deseler olurmuş aslında, o derece, fakat acıyı sevene ilaç gibi geliyor. Kurutulduktan sonra bir de yağda kızartılıp çıtır çıtır edilen biberler ciğere de pek güzel yoldaşlık ediyor. Soğan ve domateslerin tazeliği de hem şaşırtıcı hem de keyif verici, elma yiyor gibi oluyor yani o derece. Ciğeri ise mevcut kelime dağarcığım ile anlatmam mümkün değil gerçekten. Kızarkadaşım ki, ciğerin kokusuna dahi tahammülü yoktur, yiyebildi bir miktar. "Ciğer sevmem" diyen bir diğerinin 1,5 porsiyon yemesinden bahsetmiyorum bile. Porsiyonlar da bildiğimiz İstanbul porsiyonlarının rahat 1,5 katı vardır. Demem o ki fırsatınız varsa, muhakkak gidip yiyin. Hem lezzetli, hem de adam gibi doyuran mükemmel bir tecrübe oldu benim için. İstanbul'da yediğimiz tava -ya da yaprak- ciğerlere boşuna para vermişiz bu zamana dek.


Bu lezzet şaheserinden dört köşe olmuş vaziyette, şehirdeki bir başka şahesere doğru yola koyulduk. Çok bilindik bir ifadeyle Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği yapı gerçekten de çok haşmetli ve büyüleyici. Estetiği ve mimarisinin çarpıcılığına bir anda kapılıveriyosunuz. Dış yüzeyde, avluda ve camii içindeki bezemeleri, kapıları, pencereleri, mahfilleri, miharbı ve minberi ayrı ayrı sanat eserleri sanki. Öte yandan inşaat mühendisi olarak başka bir gözle, yani teknik açıdan bakıldığında etkileyiciliği daha da artıyor. Minarelerin ve kubbenin yüksekliği ve ihtişamı, o koca kubbeyi taşıyan devasa kolonlar ile kolonlar arasındaki geniş açıklıklar gerçekten de çok çarpıcı. Selimiye Camii'ni böyle bir paragrafla anlatmak pek de mümkün olmayacak herhalde, ayrı bir yazı ile bu büyük dahîye saygımızı göstermek gerek.


Tüm bu gezimiz boyunca, güzel sohbetlerimizin yanında, asker olan arkadaşımız, askerlikten, çilelerinden, sorunlarından ve tüm bunlar neticesinden kafayı çizen, kendine ve çevresine zarar veren, hatta intihar eden bireylerden de bahsetti. Kendisi de zaten anti-militarist olan, tüm olaylara bambaşka, insancıl ve düşünsel bir çerçeveden bakabilen bu dostumuzun söylediklerinin de etkisiyle son günlerde kafamı kurcalayan vicdanî ret mevzusunu bir kez daha düşünme fırsatım oldu. Ayrıca geziyi yaptığımız 15 Mayıs "Dünya Vicdanî Ret" günüydü, bu vesileyle de "kendi kararını vermek ve seçimini yapmak istediği için kendi devletince yargılanan" tüm vicdanî retcilere de bir selam vermiş olalım.

Toparlayacak olursak, büyük dahi, ustaların ustası Koca Mimar Sinan, onun ustalık eseri Selimiye ve kendi alanında bir üstad Ciğerci Cengiz Usta'nın katkılarıyla şenlenen bu güzel günü, ustalar şehri Edirne turumuzu tamamladık. Böyle kısa gezilerle insanın ruhunu besleyip canlandırmasının ne kadar önemli olduğunu da görmüş oldum bir kez daha ve gerçekten de çok iyi geldi. Tekrarlayalım, fırsatı olan herkesin muhakkak gidip görmesi ve tatması gereken güzellikler barındıran bir şehir Edirne. Herkese tavsiye olunur.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Adanademirspor şanssızlığını kıracak mı?

Dün oynanan Bank Asya'ya çıkma play-offlarında 0-0 biten maçın uzatma dakikalarında 1-0 geriye düşen Adanademirspor, 120. dakikada bulduğu golle maçı penaltılara götürdü ve penaltılarda Yeni Malatyaspor'u elemeyi başararak yarı finale kaldı. Çarşamba günkü rakip Bandırmaspor. Adana'da şu anki heyecanı tahmin etmek güç değil, takım yıllardır bir üst lige çıkmanın kapısından o kadar şanssızca döndü ki, dünkü maçtan sonra acaba artık şansları döndü mü diye düşünmeden edemiyor insan. İçten içe bir korku da finale kadar çıkıp yine aynı şekilde elenmeleri, Allah korusun tabi ki. Adanademirspor - Sakaryaspor finali olursa hele tadından yenmez. Maçlar yakında olsaydı gitmeye niyetim vardı ama final tatili haftası Antalya'ya gitmek pek akıl kârı değil.



33. saniyedeki "Alleeaaam" çığlığına dikkat, bu takım çıkmasın da kim çıksın?

Tamam, seneye de Sakarya ve Kocaeli'ni alacağız.

"Yiyorsa counter'a gel"

Blogu tamamen futbol, tamamen sinema veya tamamen siyaset eksenine kaydırmaktan yana değilim ama hem Galatasaray olarak hem de ülke olarak öyle günler yaşıyoruz ki, insanın futbolun'un f'sinden bahsedesi gelmezken siyaset düşünmeden edemiyor.

Bugün hem İstanbul'da hem de Türkiye'nin çeşitli yerlerinde 22 Ağustos'ta yürürlüğe girecek internet sansürüne karşı tepki yürüyüşleri vardı. Bu protestolar ilk çıktığında 22 Mayıs ismi sürekli döndüğü için sağdan soldan duyduğum "15 Mayıs" tarihine pek fazla itibar etmemiş ve kendimi haftaya saklamıştım.


Tabiri caizse büyük saçmalamışım. Taksim muhteşem bir gün yaşadı bugün. Eylem için değil fakat Fransızca dersim için orada olup dersten çıkınca yürüyüşün tam ortasında kalmak gerçekten bugünün unutulmaz bir gün olmasını sağladı benim için. Yaratıcılıkta sınır tanımayan pankartlar ve sloganlar vardı, fakat Fransızca tayfası olarak favorimiz el emeği bir "Yiyorsa counter'a gel" pankartı oldu. Ne yazıkki resmini çekemedim!

O kadar genç, aydın ve güzel bir kitle vardı ki bugün insan ister istemez "acaba?" diye düşünmeden edemiyor. Acaba bir gün Türk genci uyanacak mı? 30 yılı aşkın süredir kendisini koyun gibi gütmeye çalışanların farkına varacak mı? Hakkının aramanın hakkı olduğunu görebilecek mi? Korkmadan, baskı görmeden gördüğü yanlışları haykıracak gücü ve cesareti kendinde bulabilecek mi?

Böyle günlerden sonra buna inancım artıyor. Daha geniş katılımlısı ve daha güzeli 22 Mayıs'a !

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Üniversite festivali resmi içeceği : Doğuş Çay

Bu yıl itibariyle üniversite (bahar festivali, gençlik festivali, şenlik falan diye de geçiyor) festivallerinde alkol satışı yasaklandı. Normalde pek fazla alkol tüketen birisi değilim ayrı mesele fakat böyle yasak olunca insanın daha bir canı çekiyor, yasak elma hikayesinde olduğu gibi.

18 yaş 24 yaş tartışılır belki orası ayrı konu ama üniversite festivalinde alkol satışı yasaklanacak noktaya geldiysek bu ülkede bazı şeyler gerçekten yolunda gitmiyor. Nerede yasakçı bir zihniyet varsa orada da pratik çözüm vardır mantığı neyse ki halen geçerliliğini koruyor, millet ya önceden içip geliyor ya da çantasının köşesinde orasında burasında bir iki şişe bir şey sokmaya çalışıyor. Sayın başbakan youtube yasağıyla ilgili "Ben girebiliyorum, isteyen bir yolunu bulup girer" minvalinde bir laf etmişti zamanında, heralde alkol olayı sorulsa yine benzer bir tepkiyle karşımıza çıkacaktır. Kendi yasaklaktırttığı şeyi yapabilmek için canbazlık yapan ve bunu açıkça halkına itiraf edip üstüne bir de tavsiye eden bir ülke lideri ancak bizim ülkemizde olur heralde. E madem öyle niye yasaklattırdın o zaman?


Neyse konumuza geri dönelim. Bu yıl festival resmi içeceğimiz çay ve yanında tabi ki püskevit. Bir "bira cips" ikilisinin yerini tutması güç belki ama mütevazı kadrosuyla Süper Lig'de tutunmaya çalışan takım misali elinden geldiğince mücadele ediyor bu ikili. Nice mutlu çaylı püskevitli üniversite festivallerine!

"Abi geçen gün üç arkadaş iki büyük çay bitirdik, ne ortam vardı bir görsen..."

10 Mayıs 2011 Salı

1996

Normalde pek adetim değildir ama dün Hürriyet'in Kelebek ekine bakarken buldumu kendimi bir anda. Kim kim'e ne demiş Demet Akalın kime laf sokmuş falan filan derken güzel bir kız resmi dikkatimi çekti, kendisi İstanbul sosyetesinin güzide isimlerinden birisiyle nişanlanan Faber Castell ailesinin genç damat adayının kız kardeşiymiş. "Of be hatuna bak, hem güzel hem zengin" falan diye düşünürken haberin altındaki "15 yaşındaki ikizler Sarah ve Victoria ise güzellik ve şıklıklarıyla göz doldurdu" yazısını görmemle insanlığımdan utanmam bir oldu. 15 yahu, onbeş ! Doğum yılı 1996, bindokuzyüzdoksanaltı.

Ara sıra aklıma gelip beni düşünürse de, zamanın hakikaten ne kadar çabuk geçtiğini bana bu kadar iyi gösteren başka bir örnek olmamıştı. 1996 yahu, hani şu Souness'in bayrağı diktiği, Jumanji filminin geldiği, Zeki Müren'in öldüğü, Alpay'ın Vlaovic'i düşürmediği, İstanbul'un Habitat diye hala ne işe yaradığını çözemediğim bir dalgadan ötürü tüm kaldırımlarının sökülüp yeniden yapıldığı, Avrasya feribotunun kaçırıldığı hatta Susurluk kazasının olduğu seneden bahsediyorum.

O yıl doğan bebekler bugün neredeyse büyük büyük insanlar olmuşlar. Küçükken yaşlılar derdi de inanmazdık, ama vakit hakikaten çok çabuk geçiyor galiba. Gidişat öyle ki bundan bir beş-on sene sonra güzel bir kız göreceğiz, "kaç yaşındaymış" diye sorunca "2000'li abi" diyecekler. Arkama bakmadan kaçarım yeminle.

Kaldığımız yerden

Devam edelim diyorum yavaştan. Blog yasağı olduktan sonra kendi adıma pek bir şey yazmayı düşünmemiştim. DNS ayarı değiştirerek girmek mümkündü tabi ki ama sanki yeteri kadar insan okuyamayacak (yüzbinlere hitap ediyoruz) gibi geliyordu, biraz da bu kadar saçma bir ülkede yaşadığımız için hevesim kalmamıştı. Peşinden iş-güç, okul bitirme telaşı, biraz da başka türlü şeyler eklenince blogu tamamen unuttum. Kaç kişi okur, veyahut merak eden olmuş mudur bilmiyorum tabi ki ama yazma gereği hissettim yine de, okur kitlemize karşı sorumluluk hissediyorum ufaktan da olsa.

Uzun lafın kısası kaldığımız yerden devam edelim. Yasak falan olmasın, kalpler kırılmasın.

17 Nisan 2011 Pazar

Let the 'El Clasico's begin!!!

İş, güç, okul, geleceğe dair adımlar, mutluluklar ve sorunlar derken blogumuzu biraz ihmal ettik. Gelen, gören ve okuyan herkesten kendim ve selim kardeşim adına ufak bir özür... Bu ayrılığı noktalamak içinse, FM oynarken önemli maçlar için "Save & Load" yapan hilekarlar gibi, üst üste 4 kez, 17 günlük El Clasico maratonunun başlamış olmasından daha güzel bir sebep olamaz herhalde...

Kaynak : acetobalsamico.blogspot.com
Bundan yaklaşık 1,5-2 sene evvel 2009'un Mayıs-Haziran'ı gibi iki güzel kardeşimle El Clasico'ya gitmek üzere niyetlendik. Yine 2009'un Kasım'ında oynanan maça girebilmek için neredeyse elimizden gelen herşeyi yaptık. Barcelona'ya gittik de aslında, ama bu şölenin bir perdesini mabet Camp Nou'da izlemek nasip olmadı. Maçı La Rambla'nın arka sokaklarının birinde, İrlanda Pub'ı tarzı bir mekanda bir yanımızda Katalanlar, diğer yanımızda da gurbetçi Türk kardeşlerimizle maçı izleyebildik. Velhasıl, zaten desteklediğimiz ve gönül verdiğimiz Barça'mızın bu her daim en önemli olan maçı kalbimizin bir köşesinde yaradır. Önceleri çok heyecanlı ve gönülden izlediğimiz bu maçlar, o başarısız atağımızdan beri sanki daha da bir anlam kazandı. Artık fikstürler açıklanınca ilk baktığımız Fener-GS derbileri değil de El Clasico'lar oldu.

Neyse, fazla uzatmadan bugünkü maça gelecek olursak; başlarda ve ilk yarının büyük bölümünde maç bir El Clasico'dan çok uzaktı. Zira sadece Mesut-Pepe değişikliğinin bile Jose Mourinho'dan çok "Lucescu soslu Yılmaz Vural" kafasında olduğunu söylemek abes olmaz. Ama Mourinho da böyle bir adam işte, "varsın oynattığım futbol, rakibi oynatmamaya yönelik bir kontra oyunu olsun, ama yeter ki maç benim olsun" mentalitesinde kazanma odaklı bir herif. E bir de kara bulut gibi takip eden bir 5-0 gerçeği var. Tırsmış ister istemez. Ama Barcelona ilk yarı pek de tınlamadı. Yine kütür kütür pasları yapıp, her an Madrid kurgusunda hata kovaladılar. Hele 19.dakikada Messi'nin girdiği pozisyon öncesindeki resital, ağızlarda hoş bir tad bıraktı. Akabinde, 26. dakikada verilmeyen bence "NET" penaltı ise bizim Gümülcüklü Barcelonalılar derneğinde homurdanmalara sebep olmadı desem yalan olur.


Yine de ilk 45 dakikada her iki takımda maça başladıkları düşüncelerini korudular. Barça'da her zamanki muazzam paslı, sabırlı, daima hata ve boşluk arayan oyun; Real'de ise, orta sahada rakibin oyun kurucularına ve Messi'ye yönelik sert baskı ve kazanılacak muhtemel toplarla hızlı ve ani ataklar. Yalnız Guardiola'nın her daim oynattığı ve artık neredeyse mükemmelleşen taktiğinde zerre değişiklik yokken; Mourinho'nun sırf bu maça - ve belki de maçlara - özel hazırladığı ve uyguladığı (tıpkı Inter'deykenki Barcelona maçlarına benzer mantıkta) yeni bir kurguyla sahaya çıkması da bence ilgi çekiciydi. Zira Pep "Real Madrid de gelse Tarragona da gelse bu takım böyle oynar hüleyn" şeklinde bir 'racon' keserken, Jose "ananski, Barça geliyor beyler, dağılın" gibisinde tırsar gibiydi.


Neyse ki ilk yarının sonlarına doğru Real'in biraz daha önde oynama gayreti, Barça'da da Messi ve Villa'nın hafiften canlanma emareleri gösterip markajdan kurtulma çabaları sayesinde maç 5-6 dakika için de olsa heyecanlandı. 42'de Messi'nin - Rıdvan'ın tabiriyle - yoktan var ettiği pozisyon, 45'te Real'in kale önündeki etkili hücumu derken maçın ilk devresi tamamlandı.

İkinci yarı, sanki ilk yarı bitmemiş, oyuna 15 dakika ara verilmemişçesine hızlı başladı. karşılıklı kontra girişimleri ve 48 dakikada C.Ronaldo'nun çok güzel örneklerini defalarca sunduğu 'ölü yaprak vuruşu' frikiği yürekleri bir süre ağızda tuttu. Hatta "yüreğimiz ağzımıza gele gele, ağzımızda yer kalmadı" adeta (Ertem Şener ağzın doluyken konuşma). Derken 51. dakikada Busquets kendinden beklenmeyecek kadar güzel bir pasla Villa'ya "ya at, ya da penaltı yaptır" dedi gibi duydum ama emin değilim. Villa da iyi çocuk tabii "ne demek Sergio, ortaya bir kırmızı kart da yaptırayım mı istersen" demiş, maç sonunda aradı söyledi. Hülasa, Albiol eski takım arkadaşı tarafından duşa erken yollanırken, Messi de "Dünya üzerinde dalga geçmedik kaleci komayacağım" projesine Casillas'ı da ekledi kalenin ta göbeğine vurduğu penaltısıyla ve ligdeki 30, bu sezonki 49'uncu golünü attı cici çocuk. Mourinho'nun takımlaraına gol atamama durumu da ortadan kalkmış oldu. Fakat golden sonra kafasını gösterip gösterip ne demek istedi onu bilemiyorum. "Buna kafa derler" de olabilir, "kafam girsin" de olabilir, meçhul.


Golün sonrasında maçın ritmi yine ilk yarıdaki düzeye indi. Barça yine top çevirip rakibi yoklamaya başlarken, Real artık 10 kişi  kalmanın da etkisiyle hem orta alandaki baskısını, hem de topu ileri taşımada ve kontralarda düzgün organizasyonlar yapma etkinliğini kaybetti. Pepe'nin geri çekilmesiyle Messi ve orta alan oyuncularının etkisini arttırdığı bu kısımda Xavi'nin 62'de direkten dışarı giden şutu gol olsa zaten Mourinho yerine oturur, daha da kalkmazdı herhalde. Bunu gören Jose de durur mu hiç, yapıştırdı değişiklikleri ve Kasap Pepe'yi yine Barça orta sahasının üstüne saldı ki orta sahada kaybettiği üstünlüğü biraz daha tekrar geri alabilsin. Buna ek olarak da defans hattını da öne çekerek biraz risk de aldı takımı ileri doğru ivmelendirmek için ancak bu bölümde oyun tamamen Barcelona'nın kontrolünde ve istediği şekilde ilerledi.


Derken, Mesut'un oyuna ısınması, Pepe'nin yeniden Real orta sahasına direnç kazandırması ve Adebayor'un Barça defansını daha geriye iterek hem Mesut'a hem de C.Ronaldo'ya alan yaratması Real'i canlandırdı ve peş peşe ataklar yapmalarına olanak tanıdı ki Real tüm bunların neticesinde 82. dakikada bir penaltı kazandı ve C.Ronaldo'nun kıymetli ayakları tarafından gole çevrildi. Golden sonra da yaptığı kartal pençesiyle seneye Beşiktaş'a gelebileceğine dair bir sinyal çaktı.


Bu gol hem Barnebeu'yu, hem de Real Madrid'i canlandırdı ve maçı büyük süprizlere ve heyecana gebe bir son 10 dakikaya taşıdı. Nitekim, pozisyonlarıyla, kavgalarıyla gerçek anlamda başlı başına bir derbi oldu bu son 10 dakika. Yine de çabalar sonuçsuz kaldı ve maç 1-1 noktalandı.

Maçın ardından özetlersek:

- Mourinho takımı bu 16 günlük 4'lü El Clasico paketine hem fiziksel, hem taktiksel, hem de mental açıdan çok özel ve farklı bir şekilde hazırlamış. Bu kritik döneme artık pek de iddialarının kalmadığı La Liga maçıyla başlamaları da tüm bu çalışmaların sonuçlarını gözleyebilmek adına önemli bir test oldu. Görüldü ki, önümüzdeki 15 gün çok heyecanlı ve zevkli 3 maç daha bizi bekliyor.


- Ayrıca bu Jose, belki itin, belki artistin önde gideni, bayrak sallayanı falan ama taktiksel açıdan hakikaten çok üst düzey bir hoca. Ha sevmem etmem ayrı, ama kesinlikle takdir edilmesi gerek. Orta sahadaki Pepe ısrarı, 10 kişi kaldıktan sonra aldığı riskler ve yaptığı değişikliklerle takıma hissettirdikleri ve ne olursa olsun kazanmak için oynaması... Her şeyiyle bu maçla başlayan seriye odaklandığı ortada. Özellikle Şampiyonlar Ligi maçları için çok heyecanlanıyorum. Kral Kupası Finali de İspanya'daki ilk kupasını alabilmesi açısından ayrı bir merak ve heyecan.

- Real Madrid, 5-0'ın rövanşı gibi görülen bu maçta aldığı beraberlikle hem rahatladı, hem de taraftarı rahatlattı sanki. Kalan 3 maçta bu psikiolojik sıkıntıdan arınmış olacaklardır. Barcelona ise puan farkını korumuş olmanın huzuruyla kalan maçlara motive olmaya başlayabilir.

- Bu maçta Pepe'ye tanınan tolerans Şampiyonlar Ligi seviyesinde de olur mu şüpheliyim. Keza bu akşam Pepe rahat 4 sarı kart görürdü ki hiç bir tane bile görmedi.

Allahım niyet ettim, niyet eyledim bu maçımı kart görmeden bitirmeye. Amin.
- Bu bağlamda hakemi de beğenmediğimi belirteyim. Atlatığı penaltı, kritik fauller ve kartlarla maçın sonucuna direk etki etti. Olsun bu skor da bize yeter, daha fazla yüklenmeyeyim hakeme...

- Pedro, Barcelona kadrosunun bence en zayıf halkası. Altyapıdan yetişmemiş olsa değil bu takımda oynamak, transfer bile edilmeyeceğini düşünüyorum. Ha kesinlikle farklı meziyetleri var, özellikle gol bölgesinde falan zaman zaman etkili. Ama bu gece yine gördük ki yerleşik savunmalar karşı yapılan ısrarlı ve sabırlı hazırlık paslarında çok top eziyor. Afellay'ın bir an evvel yetişip o mevkiyi ele geçirmesini diliyorum.

- Her ne kadar Afellay'ı çok sevsem de, Barça'nın hücum bölgesinde kadro derinliğinin olmadığı da bir gerçek. Evet çok ciddi bir sakatlık krizi yaşanmadıkça, sahaya kaliteli ve etkili onbirler çıkarabilir Pep belki. Ama kulübede oturanların, asların eksikliğini hissettirmeden o pozisyonu ikame edebilmesi çok olası değil. Bu bölgeye bir operasyon çok güzel olur, pek de güzel iyi olur.

- Ve son olarak Mesut. Yine girdi, maçın kaderini değiştirdi ve Madrid taraftarının Kaka'nın nerelerde olduğunu neden umursamadığını bir kez daha gösterdi. Helal olsun Mesut, helal olsun Fatih Terim.


1 gitti, kaldı 3. Yalnız yazmayı da özlemişim ha.

8 Mart 2011 Salı

El Secreto de Sus Ojos

Nueve Reinas yazısında listeye aldığımı söylemiştim, dün akşam izlemek nasip oldu El Secreto de Sus Ojos isimli Arjantin filmini. Oscar ödüllerinden pek hazzeden ve izleyeceğim filmleri aldığı Oscar'lara göre seçenlerden değilim, ama özellikle "en iyi yabancı film" ödülünden çok sağlam filmlerin çıktığını belirteyim, şahsi görüşüme göre Oscar'ın takip edilmesi gereken tek ödülüdür. Daha önce Ladri di Biciclette, 8 1/2, Cinema Paradiso, Z, Das Leben der Anderen ilk fırsatta akla gelen en iyi yabancı film oscarı almış ve kaçırılmaması gereken filmler. Bugün itibariyle listeye El Secreto de Sus Ojos'u da ekliyoruz.


Kısaca hikayesinden bahsetmek gerekirse emekli bir polis memuru anılarını ve özellikle meslek hayatında kendisini derinden ekleyen bir tecavüz vakasını yazmaya karar verir. Üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen hala bu olayın ve adaletin tam olarak tecelli etmemiş olmasından ötürü rahatsızlık duymakta ve yaklaşık olarak olayla aynı zamandan beri aynı birimde çalıştığı bir üst mevkisindeki ablaya hasta olmaktadır. Kitabı yazmaya başladıkça olaylar gelişir, vs.

Muhteşem oyunculuklar, son sahneye kadar düşmeyen heyecan, keyifli dialoglar filmi oldukça başarılı kılmış. Filmin isminin İngilizce tercümesi "The secret in his eyes" oluyor bu arada unutmadan söyleyelim, zaten filmde gözler gerçekten önemli bir rol oynuyor. Stadyumda geçen ve adından çokça bahsettiren sahne muhteşem ötesi olmuş, (Arjantin olur da futbol olmaz mı?) Ali Vatansever hocamın söylediğine göre bilgisayar müdahelesi mevcutmuş ama. Zaten özel efektler kullanmadan öyle bir sahneyi çekecek teknolojiye henüz ulaşamadı insan oğlu takip edebildiğim kadarıyla.

Film en vurucu darbesini ise final sahnesiyle yapıyor. Çok uzun zamandır hissetmediğim, o omurgadan başlayıp tüm vücudu kaplayan garip hissi yaşadım filmin sonunda. Hani "Saw" veya "Psycho" veya "Oldboy" un son sahnelerini izlerken açık kalan ağzınızdan "hasss..." diye gevelerken vücudunuza dalga dalga yayılan titreme gibi bir duygu var ya, dün akşam o duyguyu çok uzun zaman sonra tekrar yaşamanın mutluluğuyla uyudum akşam. Sinemayı niye bu kadar sevdiğimi bir kez daha hatırlattı bana o duygu, keşke her film aynı duyguyu yaşatabilse izleyiciye. Uzun lafın kısası sevgili okurlarımıza tavsiyem ilk fırsatta bu muhteşem filmi indirip izleyiniz, pişman olmayacaksınız.

7 Mart 2011 Pazartesi

Çarşı hani solcuydu abi?


Tribünlere siyaset girsin mi girmesin mi o ayrı konu, fakat solcu geçinen bir tribün grubunun bu yukarıdaki pankartı açmasının akla mantığa sığar yanı yok kimse kusura bakmasın. Belli bir zamana kadar Beşiktaş tribünlerinin siyasi duruşunun samimiyetine inanırdım, 2005 senesinde Kadıköy deplasmanına giderken taksi parçalama olayından beri ona da inanmıyor ve devamındaki siyasi/güncel olaya gönderme yapan her pankarta veyahut eyleme şüpheci gözle yaklaşıyordum ama bu son nokta olmuş hakikaten.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin siyasi görüşüne karışma niyetim yok. Herkes kendi içinde vefat etmiş bir insanla ilgili ne isterse düşünebilir, hiç umurumda değil; ama solcu geçinen, ismine anarşi sembolünü koyan bir grubun tüm Türkiye'nin gözünü çevirdiği bir maçta böyle bir pankart açması komedinin önde gideni. Bu herkesi kucaklama, herkese sempatik gözükme sevdası nedir, anlayamadım gitti.

Alberto Granado

Galatasaray'ın hali ne olacak, kar ne günü yağacak, blog yasağı ne zaman kalkacak falan filan derken bu sabah ntvmsnbc'de gördüğüm bir haber beni gerçekten çok üzdü. Che Guevara'nın yol arkadaşı Alberto Granado vefat etmiş.


İzlemeyenler için Che'nin ve Alberto'nun 1950'lerde motorsikletle Güney Amerika'yı dolaşmalarını anlatan muhteşem ötesi Diarios de Motocicleta filmini de hatırlatmış olalım bahaneyle. Bir gün bize de nasip olur mu böyle bir gezi?

4 Mart 2011 Cuma

Geri döndük mü?

Tam ümidi kesmişken bir girdim açıldı site. Umarım bu saçma sapan blog yasağı son bulmuştur. Yalnız bu kapatılma olayından haberim yoktu, Erbakan'la ilgili girdiğim yazıdan üç saat sonra blogu açınca karşıma "Bu sayfa mahkeme kararı ile kapatılmıştır" yazısını görüp diğer blogların da açılmadığını anlayana kadar gözümün önünden Silivri cezaevi, Ergenekon mahkemeleri falan geçti, hafif korkmadım dersem yalan olur. Neyse umarım bir daha böyle bir sıkıntı yaşamayız.

1 Mart 2011 Salı

Badem gözlü Erbakan

Necmettin Erbakan öldü, Allah rahmet eylesin. Gazetelerde son bir iki gündür öyle şeyler okuyorum ki aklım almıyor gerçekten. Utanmasalar "cumhuriyetimizin yılmaz bekçisini kaybettik" yazacaklar, o derece. Kılıçdaroğlu'ndan Baykal'a ve neredeyse tüm medya kurumlarına kadar her kesimden "Türk siyasetinin değerli ismi" vb ifadeler geliyor.

Yaşı 20'den ufak olanları anlayabilirim, ilk bakışta Necmettin Erbakan 1990'lı yılları bebek olarak geçirmiş insanlar için sempatik bir yaşlı adam gibi gelebilir, aynen bize gerçek yüzünü öğrenene kadar Kenan Evren'in geldiği gibi. Ama işin aslı o değil arkadaşlar. Necmettin Erbakan bu ülkenin üzerine en karanlık örümcek ağlarını örmeye çalıştı. Atatürk'ün frakla çıktığı Çankaya köşküne onun döneminde cüppeli sarıklı insanlar doluştu. Türkiye'de ilk defa insanlar yüksek sesli bir şekilde "şeriat" kelimesini telaffuz etme cesaretini buldular.

Ölmüş insanın arkasından konuşmak hoş değil belki, ama öldü diye yaşarken yaptığı şeyleri unutmak samimiyetsizliğinden daha iyidir en azından.

O diil de #4 - Yunanistan

Yunanistan gezisiyle ilgili kısa kısa notları da bir derleyip toplayayım dedim, gitmek isteyenler için yol gösterici olur hem.

- Yunan alfabesi ilk bakışta karmaşık gözükse de mühendislik okuyanlar için çözmesi gayet kolay bir alfabe. Mühendislikte (bilhassa inşaatta) sık sık kullandığımız ve söylenişleri Ro, Alfa, Sigma, Beta, Mü, Nü, Lamda, Delta, Kappa, Pi, To, Gama, Omega, Theta, Epsilon (liste daha gider) olan semboller, isimlerini söylerken kullandığımız ilk harfe tekabul ediyor. Yani Ro'nun sembolü (p'ye benzer) Yunan alfabesinde R harfi, Delta'nın sembolü olan üçgen D harfi, ters bir y'yi andıran Lamda sembolü L harfi, vs diye gidiyor. Başka bir deyişle adamlar bütün alfabelerini matematiğin ve mühendisliğin içine sokmayı başarmışlar, helal olsun demek lazım. Mühendislikte bağ kuramadığım harfler de var, Y diye yazdıkları şeyi "U" diye okuyorlar. Mesela Türkiye büyük harfle TOYPKIA (Tourkia) diye yazılıyor. H diye yazdıklarını da "İ" diye okuyorlar. Normal İ de var ama, H'la farkını çözemedim. Kelime başında, ortasında ve sonuna olmak üzere üç ayrı Sigma var. Kelime başındaysa matematikteki toplama sembolü gibi, ortasındaysa inşaat mühendisliğinde kullandığımız gerilme sembolü gibi, kelime sonundaysa ise ç gibi bir şey yapıyorlar diyerek iyice kafa karıştırayım.

- Atina'ya hiç gitmedim ama Selanik ve Kavala gerçekten çok güzel şehirler. Selanik için kafadan iki günü, Kavala için bir yarım günü gözden çıkartmak lazım. Bilhassa Selanik sahil şeridi İzmir'deki Kordonboyu'nun aynısı. Gidişte ve dönüşte otobüsümüz İskeçe (Xhanti), Gümülcine (Komotini) ve Dedeağaç (Alexandrapoulos)'a uğradı, buralar da görüntü itibariyle güzel şehirlere benziyorlar, gidip görürsek daha detaylı yazabiliriz. Adaları falan da hesaba katarsak özetle güzel ve gidilip görülünesi bir ülke Yunanistan.

- Yunanistan halkında mutlaka bizde olduğu gibi bir insanı sırf başka bir ülkede doğduğu için sevmeyecek olan sağlam bir kitle vardır. Hatta bizdekinden daha fazla olabilir, neticede adamları yüzyıllar boyu yaşadıkları topraklar ve şehirlerden yollamışız resmen. İstanbul gibi yeri ben kaybetsem kırmızıyla beyazı yanyana görmeye tahammülüm olmazdı heralde. Buna rağmen en azından benim tanışıp muhabbet ettiğim ve Türk olduğumu söylediğim herkes bana inanılmaz bir samimiyet ve sıcaklık içerisinde davrandı. Bilhassa yaşlı insanların, Türk olduğunuzu duyunca yüzlerinde oluşan ifade çok şeyi anlatıyor. Özlem, hüzün, mutluluk, ne ararsanız var.

- Yunan kızları malesef Türk kızlarına göre güzellikte bir adım öndeler. Türkiye'de çana CC verirsek, Yunanistan'da (en azından Selanik'te) çana BB düşüyor. Zaten düşündüğünüz zaman burada da güzel bir kız görünce "göçmen mi acaba" diye düşünüyoruz ya, o göçmenlerin ana yurdu orası işte. Ayrıca kanımca dünyanın en güzel insan ırkını barındıran Bosna Hersek-Sırbistan-Makedonya gibi ülkelere fiziksel olarak bizden daha yakın olmaları gen havuzunu bir nebze daha güzelleştiriyor. Huylarını bilemeyeceğim ama, tabi günün birinde şöyle detaylı bir Yunan kızları raporu yazabilecek birikime sahip oluruz inşallah !

- Yunanistan'da kredi kartı olayı ciddi bir sorun. Bir çok yerde kredi kartı geçmiyor, ve bu benim gibi nakit taşmayı pek sevmeyen bir insan için büyük sıkıntı doğurdu. Hostele, yemek yediğim neredeyse her yere, atkı aldığım dükkana vb bir çok yere nakit ödemek zorunda kaldım. Üstelik döviz bürosu bulmak çin işkencesi, koskoca Selanik'te bir veya iki tane görebildim. Onlar da saat 4'te kapatınca son gün dımdızlak ortada kalıp, akşam yemeğini Paok stadında 1€'ya satılan leblebi-fındık ikilisiyle geçirmek zorunda kaldım.

- Yunanistan'a gitmeyi düşünen varsa mutlaka oradan kontörlü bir hat alsın kendine. Cosmote, Wind, Q yazan gördüğünüz herhangi bir dükkana girip derdinizi anlatın, pasaportunuzun yanınızda olması yetiyor. 3 gün boyunca Türkiye ve Yunanistan içi bir çok görüşmeyi hattı alırken verdiğim 3€'luk ücret dahilinde gerçekleştirebildim. Hatta son gün daha sınırı geçmeden milleti taciz etmek ve kontörlerimi bitirmek için Yunan hattıyla Türkiye'de ne kadar arkadaşım varsa abuk subuk mesajlar attım (cevap veren olmadı ne yazık ki) ama yine de bitmedi kontörlerim. Hayatımda harcadığım en bereketli 3€'ydu.

- İpsala sınır kapısından Yunanistan'ın en batı noktası olan Igoumenitsa'ya kadar Avrupa Birliği projeleri kapsamında muazzam bir otoyol inşaa etmişler, ismi Egnatia Odos. Bu güzergahı çok küçükken ailecek bir kez daha yapmıştık, o zamanki virajlı dağ yollarında helak olduğumuzu gayet net hatırlıyorum. Dağları delmişler, viyadükleri döşemişler, nefis bir yol yapmışlar. Igoumenitsa'nın önemi, İtalya'ya kalkan feribotların bulunduğu liman olması. Benim gibi uçağa binemeyen bünyeler için kendi arabasıyla sabah İstanbul'dan yola çıkıp akşam Igoumenitsa'da (yaklaşık 1000 km) ve dolaysıyla bir ertesi sabah Italya'da olmak mümkün. Yapılır mı, neden olmasın !

28 Şubat 2011 Pazartesi

Manchester'dan Aris geçti


Biliyorum maç biteli bir kaç gün oldu ama nedense bugün yazasım geldi. Aris tribünlerini ilk maçta pek fazla beğenmemiştim, ama deplasmanda şov yapmış adamlar. Resimlere ve videolara bakılırsa 7000-8000 kişi var Aris tribününde. Kaçı Yunanistan'dan geldi, kaçı İngiltere'de yaşıyor bilmiyorum. Videodaki görüntülerden sonra çok da fark etmez açıkçası. Adamlar gitmiş beyler.



Yalnız oldukça garibime giden bir şey var, bu maça giden tayfanın onda biri kadar adam Selanik'te bağırsa o staddan Barcelona bile çıkamaz. Çözemedim Aris tribünlerini gerçekten. Yok yok bu böyle olmayacak, yine gitmek lazım.

Nueve Reinas

Arjantin ihracatı bir "Organize İşler" için Nueve Reinas'a buyrun. 2000 yapımı film için, daha önce benzer dolandırıcılık filmlerinde kullanılan ve gördüğümüz çok sayıda klişeye rağmen nefis bir yapım olmuş diyebilirim. Oyunculuklar şahane, hikayenin işlenişi hatasız, müzikler ve mekanlar çok güzel, hatun ablamız acayip, e daha ne olsun. İzlediğim ilk Arjantin yapımı film oldu; futboluna, şehirlerine ve tabi ki kızlarına uzaktan uzaktan hayranlık beslediğimiz ülkenin sinemasını da yakından takibe alıyoruz. İlk etapta El Aura, El Secreto de Sus Ojos, El Hijo de la Novia vb filmlere göz diktik, haydi hayırlısı.


Filmin tek falsosu "Arjantin" filmi olup içinde futbolun yer almaması olabilir. Ne bileyim en azından bir sahneyi La Bombonera'nın orada falan çeker insan değil mi? Dışardan bile görsek, sarı-lacivert bile olsa razıyız. İnşallah diğer filmlerde ucundan da olsa top, konfeti, meşale falan bir şeyler görürüz.

27 Şubat 2011 Pazar

Yüzyılın enayisi seçiliyor

Resmi sitemizden alıntı

Gaziantepspor karşılaşması bilet fiyatları...

TRİBÜN BİLETİX GİŞE MAÇ GÜNÜ ASY


Kategori 1 600 TL 587 TL
Kategori 2 500 TL 487 TL
Kategori 3 350 TL 337 TL
Kategori 4 250 TL 237 TL
Kategori 5 150 TL 137 TL
Kategori 6 80 TL 71 TL
Kategori 7 45 TL 40 TL
Kategori 8 - Rakip Takım 45 TL 40 TL


Şu maça 600 lira verip gelmeyi düşünen varsa beynini en yakın tıp fakültesine bağışlamsını rica ediyorum, çok ciddi araştırmalara ön ayak olabilir kendisi. Tabi bu arada stadını geçen hafta dolduramadıktan sonra üstüne bir mağlubiyet daha alan takımın sezonun muhtemelen en önemli maçına, en ucuz bileti 45 lira yapan yönetimi de tebrik etmek lazım bir kez daha. Yoksa amacınız "aman bileteri pahalı yapalım da kimse gelmesin, olası bir yenilgide yönetim istifa sesleri çıkmasın" mı? Yok canım, yapar mısınız siz öyle şey.

25 Şubat 2011 Cuma

Scum

İngiliz yönetmen Alan Clarke'ın The Firm filminden daha önce bahsetmiştim. Hatta aynı yazıda, yönetmenin Made in Britain ve Scum filmlerini de duyduğumu ve en kısa zamanda izlemek gerektiğini yazmışım.

Made in Britain için Tim Roth'un ilk filmi olduğunu, ve ne muazzam bir oyuncu olacağının sinyallerini vermekten öte, alenen izleyenin gözüne soktuğunu söyleyebilirim. 16 yaşındaki Neo Nazi bir gencin her türlü otoriteyi reddedişi ve sıradışı yaşamı anlatılıyor filmde. İzlenir, ama Scum gibi unutulmaz bir film değil bence.

Scum ise çok daha gerçekçi ve güçlü bir film. Film, İngiltere'de 1980'li yıllara kadar kullanılan "borstal" ismi verilen ıslah evlerindeki yaşamı anlatıyor. Alan Clarke'ın 1977 yılında çektiği aynı isimli film yasaklanmış, yönetmen de bundan iki sene sonra biraz daha yumuşak versiyonunu çekmiş. Ben bu ikinci versiyonu izledim, zira ilkini bulmak epey zor, bulursam onu da izleyeceğim. Kendi içinde "yumuşak versiyon" olmasına rağmen hayatımda izlediğim en sağlam ıslahevi/hapishane filmlerinden biri olduğunu belirteyim. Benim gibi cezaevi, ıslah evi, sorunlu gençlik vs toplum konulu ve izledikten sonra uzun bir zaman insanın huzurunu kaçıran filmleri sevenler kesinlikle kaçırmasınlar derim. Görsel olarak izleyiciyi baya zorlayan sahneler var, bunu da söylemekte fayda var.


Filmde özellikle Archer karakterine dikkat derim. İngiliz aksanı harbiden yakışmış abimize.

"I mean, my experience of borstal convinces me that more criminal acts are imposed on prisoners than by criminals on society. Convinces you, eh?"

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yunanistan notları #2 Paok

Ve gelelim asıl meselemize: Paok. Aris tribünleri benim için hayal kırıklığı oldu evet, ama neyse ki Paok beklentilerimi karşıladı diyebilirim. Paok'u yanlış hatırlamıyorsam 2004 (2005 de olabilir) yılında ilk olarak Beşiktaş'la kardeş klüp muhabbetlerinin çıktığı zamanlardan beri takipteydim, fakat uzaktan uzaktan takip etmenin somut bir şekilde ilgi duymaya dönüşmesi bu sezon başındaki Fenerbahçe eşleşmesiyle oldu. Bizim tribünden 3 arkadaş olarak "Paok'lular 50 otobüs gelecekmiş bakalım ortam nasıl olacak" düşüncesiyle İstanbul'daki maça bilet almış ve staddan adeta büyülenmiş olarak çıkmıştık. Stad dışında ne oldu ne bitti bilemiyorum, gözümle görmedim fakat tribünde adamlar hepimizin ortak kararıyla hayatımızda gördüğümüz en sağlam deplasman tribünlerinden birine (belki de en sağlamına) imza attılar. Doğal olarak o günden beri aklımda gidip adamları stadında görme fikri vardı, nihayet geçen hafta gerçek oldu.

Öncelikle şunu söylemek lazım ki Selanik şehrinde Paok, Aris'e göre çok daha hakim ve güçlü gözüküyor. Duvarlarda 10 Paok yazısı varsa 3-4 tane Aris yazısı var (bu da Yunanistan'la ilgili enteresan bir şey; otoyoldaki her üst geçit, her tünel, şehirlerdeki bütün arasokaklar sprey yazılarla dolu. Kimi Paok yazmış, kimi onun üstünü çizmiş Super 3 yazmış, kimi hepsini çizmiş Gate 13 yazmış falan filan), şehirde Aris atkılı bir Allah'ın kulunu göremedim ama yaşlısıyla genciyle kızıyla erkeğiyle Paok ürünlü çok sayıda insan dolaşıyor. Bu durum takımların da başarı grafikleri düşündüğü zaman (Paok ikili eşleşmelerde, ligdeki genel performansda, Avrupa'da başarıda Aris'in açık ara önünde) belki çok şaşılacak bir durum değil ama bu kadarını da beklemiyordum açıkçası. 3 gün boyunca koskoca şehirde (maça giderken hariç) bir tane Aris atkılı insan görülmez mi? Neyse biz konumuz olan Paok'a geri dönelim.

Maçın heyecanı bir gün önceden "gidip bir stadın oraya bakayım ne var ne yok" düşüncesinin içimi kemirmesiyle başladı. Toumba stadı Aris'inkine göre daha merkezi, yine şehir merkezinden yürüyerek yaklaşık 25-30 dakikada ulaşılabilecek mesafede. Stada vardığımda Cska Moskova antreman için stada geliyordu, bunun dışında pek bir hareket yoktu.


Stadın etrafı aynen Aris'inki gibi birbirinden güzel grafiti süslemelerle doluydu. Klübün renkleri doğası "rengarenk" diyemeyeceğim tabi ki ama özellikle Gate 4 (Paok'un tribün grubu, ismini girdiği kapıdan alıyor aynen Aris'inki gibi) civarı gerçekten görsel şölen gibiydi.


Paok'un store'u Aris'inkine göre çok daha geniş bir yelpazede ve güzel ürünlere sahip, ama yine de t-shirt, sweatshirt gibi günlük kullanım ürünlerinde beklentime göre zayıf kaldı. Satıcıyla muhabbete girdikten sonra "Gate 4" ürünlerini nereden bulabileceğimi, maç günü tezgahlarda satılıp satılmadığını veya Aris'in Super 3'ü gibi bir dükkanı olup olmadığını sordum; bana şehir merkezinde bir dükkanları olduğunu, hepsi çalışan insanlar olduğu için saat 7 gibi dükkanı açtıklarını söyleyip haritada dükkanın yerini işaretledi. Ben de kafamda Super 3'ünkü gibi, kapısında tabelası, önünde vitrini olan bir dükkan hayaliyle store'dan çıkıp dolaşmaya devam ettim.

Akşam saatlerine doğru haritada işaretli yere geldim, sokağı baştan aşağı dolaştım fakat duvarlardaki rutin Paok, Gate 4, 1926 yazılarından başka civarda olduğu bana söylenen Gate 4 dükkanıyla ilgili en ufak bir ibare göremedim. En sonunda dayanamayarak bir dükkana girdim ve durumumu izah ettim (Yunanistan'da istisnasız herkes İngilizce konuşuyor), dükkandaki amca beni dışardan bakıldığı zaman gayet şık ve sıradan gözüken bir apartmana yönlendirdi. Kırmızı kapılı, içerisi hafif aydınlık bildiğimiz apartman! Zillere bakarken 2 numaralı zilin yanında G4 yazısını görünce artık olsa olsa burasıdır diyerek zile bastım ve kapı açıldıktan sonra "lan burası pek de dükkana benzemiyor" düşünceleri içinde merdivenleri çıkmaya başladım. İçeriden gürültüler gelen kapıyı açmam ve meraklı bakışların bana dönmesiyle store'daki elemanın beni "dükkan" diye yönlendirdiği yerin Gate 4 derneğini olduğunu anlamam bir oldu. Beni girişte karşılayan elemanlarla kısa süreli sohbet sonunda kendilerine Galatasaray'lı olduğumu (Beşiktaş'lı olmadığımı öğrenince biraz bozuldular), İstanbul'dan maça geldiğimi, store'daki elemanın beni buraya yönlendirdiğini anlatmamla baştaki gergin ortamı yumuşatmayı başardım. Derdimin eğer varsa Gate 4 ürünlerini görmek olduğunu anlayan eleman bana içerden sweatshirt örnekleri getirirken derneğin resimlerini çekme iznini bile kopardım.


Tabiki es kaza kadrajın içinde yer alan herkes objektife sırtını döndü. Derneğin etrafı atkılar, bayraklar, eski resimlerle doluydu. İçeride bar gibi bir bölme (sırtı dönük elemanın baktığı taraf, insanlar orada toplandığı için resmini çekemedim) ve içeriğini göremediğim ama görmek için de şansımı fazla zorlamadığım bir oda bulunuyordu, küçük ama her tribün grubunun hayalindeki gayet kullanışlı ve eğlenceli bir mekana benziyordu.


Neyse bu esnada bizim eleman içeriden 3-4 tane sweatshirt ve t-shirtle geldi, içlerinden bir tanesini gözüm kesti ve aldım. Malesef hiç atkıları kalmamış, yenisini yaptıracağız zaten falan dedi. Yunanca atkı ne demek tahmin edin bu arada? Kaşkol! Biraz daha İstanbul ve Beşiktaş muhabbeti yaptıktan sonra "fazla rahatsızlık vermeyelim" diyerek mekandan çıktım.

Maç günü ise maçtan yaklaşık 2-3 saat evvel stadın yolunu tuttum. Daha stada yaklaşırken bile sağlı sollu gruplar yol kenarlarında bira, şarap-bira karışımı değişik bir Yunan içkisi olan Retsina ve tabi ki esrardan bol miktarda tüketiyorlardı. Stadın orası aynen Aris'inki gibi Türkiye'den farksızdı. Köfteci dumanı, bira şişeleri, korsan ürünler, sağa sola torpil atanlar derken hiç yabancılık çekmedim gerçekten.



Aris'ten farklı olarak ise korsan ürünler bazında en azından atkılarda gayet başarılı bir çeşitlilik vardı. T-shirt ve formaların kalitesi yine yerlerde sürünüyordu tabi ki ama orijinal store atkılarından Gate4 atkısına kadar aradığım ne varsa buldum korsan ürün tezgahında.


Milletin yavaş yavaş içeri girmeye başladığını gördükten sonra ben de biletimin ait olduğu Gate 5'e doğru yöneldim. Toumba stadı için de şöyle bir açıklama yardımcı olabilir, Ali Sami Yen'e göre düşünürsek Gate 4 yani tayfanın olduğu tribün yeni açığa tekabül ediyor. Gate 1, 2 ve 3 numaralı; 5 ve 6 maraton, geri kalanlar ise eski açık. Gate 5 ise maraton'un yeni açık tarafında kalıyor, yani yine maraton tribünün tayfaya yakın taraftaydım.

Aris maçına girerken kuyruk diye bir şey yoktu fakat burada bütün tribünlerin girişinde ciddi bir kalabalık ve sıkışıklık vardı, bunun sebebi ise Aris'in aksine burada girişte turnikeler ve arama olmasıydı. Arama yine yalandandı (polisler değil, Uefa görevlileri yapıyor) ama en azından turnike koymuşlar. Tabi Gate 4 için bileti olmayanlar bana Olimpiyat nostaljisi yaşatırcasına yukarı çekilmeye çalışılıyordu.


Paok maçının bileti için de enteresan bir not düşeyim, bileti Paok'un resmi sitesinden aldım ve mailime pdf dosyası olarak geldi. Kırtasiyeye gittim, bastırdım ve onunla girdim. Buraya kadar her şey normal fakat bu bilet sistemiyle karaborsanın kralının dönmesi gerekiyor, çünkü gayet normal gözüken birbirinin aynı yüzlerce bilet basılabilir. Hatta ben ilk bastıklarımı kaybettiğim için gitmeden bir gün evvel ikinciyi bastım. Muhtemelen stada girişte sorun olur çünkü ilk okuduktan sonra aynı barkodlu bileti turnikeler okumaz ama karaborsacıların çok rahat köşe olması gerekir yine de, sonuçta satarken belli değil okunup okunmadığı, bastır bastır sat. Kendine böyle bir kariyer planı çizenler için bu tüyoyu vermiş olalım, Yunanistan'da bu işin önü açık! Turnikeden geçene kadar ciddi ciddi endişem vardı hatta, "yahu bu biletle mi giricez şimdi maça" diye, ama neyse ki bir sıkıntı olmadı.


İtiş kakış faslının sonunda stada girmeyi başardım, bu sefer biletlerde numara var ama kime sorduysam herkes kafana göre oturabilirsin dedi, ben de sağ tarafa doğru (Gate 4'e doğru) biraz ilerleyip tribünü gözlemleye başladım.

Öncelikle görsel olarak biraz Aris'in gerisinde Paok tribünü. Belki siyah-beyaz'ın doğası gereği tribünü renksiz gösterdiği için öyle geldi bilmiyorum ama Aris'teki gibi bir "dolu dolu" görüntü yoktu tribünün önünde, sağında solunda. Tek tük sopalı bayraklar, çeşitli boyutlarda pankartlar yerindeydi yine de. Fakat Aris'in aksine maçtan önce takımların sahaya çıkışı esnasında az da olsa meşale yanmasıyla gönülleri fethetti Gate 4. Özlemişiz meşale görüntüsünü gerçekten. Maç başlarken Gate 4'te dev bayrak açıldı, fakat resmini çekeyim derken bizim de tepemizden aşağı bayrak indi ve resim çekmeyi başaramadım.


Ve gelelim tezahürat olayına. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki tezahürat konusunda dünyada ilk 10'a rahatlıkla girebilecek durumdalar. Maçtan bir saat kadar evvel karşılıklı başlayan tezahüratlar, maça doğru yine "alkış şovu" ve maçın başlamasıyla beraber Aris'e göre çok daha yüksek katılımlı ve hareketli bestelerle takımlarına destek verdiler. Yedikleri gole kadar üst düzey bir perfomans göstermelerine rağmen golden sonra (29. dakikada gol yediler) tempo biraz düştü. Cska'nın sahada sazı eline alması ve Paok'un sahada hiç bir varlık gösterememesiyle ilk yarım saatteki görüntülerinden biraz uzaklaşsalar da, ikinci yarıyla beraber tekrar toparladılar ve boşuna gelmediğimi bana hissettirdiler. Maçın ortalamasında 1500-2000'lik (yani Aris'in en az 6-7 katı) sayıyla bağıran bir tayfası vardı Paok'un. Ataklarda, kornerlerde, vs gaz anlarda bizi de içine alarak sayı stadın üçte birine veya yarısına kadar çıktı. Youtube'da sıkça rastladığımız "ooo paokara", "irthame skaski", vb bestelerinin yanında daha evvel hiç duymadığım tezahüratlar vardı, hepsini bol bol videoya çektim. Skor durumu tersine gelişmiş olsa durum nasıl olurdu gerçekten çok merak ediyorum. 150-200 kadar Cska'lı pek fazla seslerini duyuramadan destek vermeye çalıştılar takımlarına bu arada.


Paok tribünleriyle ilgili gözüme çarpan ilginç bir detay da yaş ortalamasının sürekli 25-30 yaş civarında olmasıydı. Bizdeki gibi 17-18 yaşında bir "çoluk çocuk" tayfasına rastlayamadım, ki zaten bu güzel bir olay. İstanbul deplasmanına gelen tayfa da uzaktan görebildiğimiz kadarıyla aynen bu yaş ortalamasındaydı, ama kemik tayfası bir kenara stadın genelinde de çok fazla genç göremedim. Aris maçında bunun aksine daha genç bir tribün profili vardı.

Maç bittikten sonra (Paok 0-1 kaybetti) skorun umutsuzluğuna rağmen tribünler takımı bağırına bastı (takımı bağrına basma besteleri var). Bu arada rövanş maçı dün oynandı, Paok 1-0 öne geçmesine ve sayısız fırsat kaçırmasına rağmen 80. dakikada yediği golle 1-1 berabere kaldı ve kupadan elendi. İlk maçta sahada Paok diye bir takım yok gibiydi resmen ama özetinden izlediğim kadarıyla deplasmanda tam tersi gerçeklemiş, fakat tur için nefesleri yetmemiş tabiri caizse.

Uzun lafın kısası, Paok tribünlerini beğendim. Hem şehre çok daha hakimler, hem kökenlerinin dayandığı yer olması sebebiyle İstanbul'a ve bizlere gerçekten çok daha sıcak bakıyorlar, hem de gerçekten keyifli ve sağlam bir tribünleri var. Aris'e göre bir değil, iki üç adım öndeler. Üstelik dediğim gibi, sahada neredeyse varlığı yokluğu belli olmayan bir Paok vardı. Keşke skor durumu tersine gelişmiş olsaydı, kısmet değilmiş.

Bu arada son bir not daha, belki Aris nefreti kadar sağlam değildir ama azımsanmayacak boyutta bir Olympiakos düşmanlığı var Paok tribünlerinde. Bestelerin çoğunda "Athina, Pirea" isimleri geçiyor tabi yanında küfürlerin eksik olmadığını tahmin etmek güç değil. Selanik derbisi Paok-Aris maçı kadar Paok-Olympiakos maçının da ilginç olacağını düşünerek, 13 Mart tarihine bir "acaba?" notumuzu düşelim.