31 Ocak 2011 Pazartesi

Adios 'Nando

Liverpool'dan bahsederken, Gerrard ve Torres'in dışında "şu takımda olmasa eksikliği hissedilir" diyebileceğimiz bir oyuncu yok demiştik. Tam Luis Suarez geldi, ilerde bu ikili can yakar diye düşünürken bugün Liverpool resmi sitesine düşen haber evlere ateş düşürdü. Klüp, Chelsea'nin önderdiği bonservis bedelini kabul etti. Başka bir deyişle, Torres artık mavilerden.

Çok uzun zamandır huzursuz olduğu belliydi. Bana gerçekten çok garip geliyor, Liverpool'da oynayan bir oyuncu daha ne isteyebilir ki? Liverpool ya, tarih desen tarih, şehir desen şehir, stad desen stad, taraftar desen taraftar, say say bitmiyor güzellikleri. Daha başarılı bir takıma mı gitmek istiyorsun, o zaman evvela oynadığın formanın hakkını sonuna kadar vereceksin. Premier Lig şampiyonluğu mu görmek istiyorsun, o zaman evvela neredeyse 20 yıldır şampiyonluk hasreti çeken camiana o zevki yaşatmak için elinden geleni yapacaksın. Torres malesef uzun zamandır bunu yapmıyordu.

Yine de (saçları sarı olduğu için olabilir) benim o kıpkırmızı Liverpool formasına en çok yakıştırdığım adamlardan birisiydi. Suarez gelince belki forma rekabeti falan derken kendine gelir, eski Torres olur diye içimden geçiriyordum ama olmadı işte.

Atletico Madrid, Liverpool, İspanya; Torres'i hep sempati duyduğum ve rekabetlerinde tercih ettiğim takımlarda izledim. Malesef artık desteğimi kaybettin Fernando, üzgünüm. Yine de yolun açık olsun, güzel goller atarsan açar izlerim falan ama daha fazlasını bekleme. Resul de aynı fikirdedir diye düşünüyorum. Blogun yolları artık sana kapalı.


Abla kendini kesmiş diyorlar...

"Cimbomu yenmekten fenalık geldi"

Tabi ki tam olarak bu şekilde olmamakla (ikinci kelime biraz farklı) beraber Bursaspor tribünlerini bu şekilde bağırttıran sahadaki aslan yüreklerimize sevgilerimi sunuyorum.

19. haftada 9. sıradayız. 9 mağlubiyetimiz var. Averajımız -3. Üstümüzdeki 8 takımdan 2'sini yenebildik sadece. Artık ne diyeceğimi bilmiyorum. Adnan Polat Erzurum'da kankisiyle buz hukeyi ve curling oynaya dursun, klübümüz eriyor çok fena halde. Sıkıntı büyük. Reçeteyi de kestiremiyorum artık. En kötüsü, eskisi kadar umurumda olmaması, bu bana acaip koyuyor. Alışılmışlık mı var, bir şeylerden ümit kesilmiş olması mı var bilmiyorum ama gençliğimizde Avrupa'yı titreten, Türkiye'de neredeyse rakipsiz olan takımın adı Galatasaray değildi gibi geliyor sanki. Yani o günkü takım Galatasaray idiyse, bugünkü takım ne? Bugünkü takım Galatasaray ise, o günkü takım neydi? Bu tablo 2006'ya kadar herhangi bir yılda olsa, kendimi nasıl frenleyebilirdim bilmiyorum.

Yanlış anlaşılma olmasın, başarı taraftarı olmadım asla ve başarı taraftarlarından nefret ederim. "Abi takım sekizinci dokuzuncu yaa, ne işim olur be maçla muçla" diyen düşünen varsa benimle konuşurken bu düşüncelerini dile getirmesin mümkünse. Mesele sadece başarısızlık değil tabi ki, mesele samimiyetsizlik. En başta yönetimde, sonra teknik kadroda, sonra futbolcularda ve son olarak taraftarın büyük çoğunluğunda korkunç bir samimiyetsizlik var.

Sahadaki formalarımız acaba bugün sarı kırmızı olur mu diye dua ediyoruz. Mide bulandırıcı renk kombinasyonları yerine es kaza ismini "parçalı" forma koydukları aslında Galatasaray'ın parçalısı ile uzaktan yakından HİÇ bir alakası olmayan bir formayı giydikleri zaman da, gözümüz ister istemez içindekilere takılıyor. Hayır, yeteneksiz oldukları için değil. Zamanında sırf antremana silah getirdiği için Avrupa gol kralını gönderen bir klübe yakışmadıkları için. Yakışmıyorsunuz benim gönül verdiğim renklere ve o formaya. Kötü futbolcu olduğunuz için değil, sahip olduklarınızın kıymetini bir gün bile bilemediğiniz, gözümüzün içine baka baka formanızı sattığınız, üstüne pişkin pişkin bunu itiraf edebildiğiniz için. Ne kadar sevmeseniz de, hocanızın babasının vefat ettiğinin ertesi günü, ısınırken etrafınıza gülücükler saçtığınız için. Kendi işinizi doğru dürüst yapmak yerine ekmek parası peşindeki rakiplerinize kasten zarar verdiğiniz, onların ekmeğine kast ettiğiniz için. Adı sanı duyulmamış bir takıma skandal ötesi bir şekilde elendikten sonra, ülkeye adımınızı atar atmaz yüzsüzlükte son nokta neymiş hepimize gösterdiğiniz için. 20 milyonluk bir camianın kaptanı olarak geçinip; kaptanı olduğu takımın formasını giydiği zamanlarda yine o formayı alenen satan, daha sonra gittiği ezeli rakibinde midesizliğin kitabını yazan, benim kendi ezeli rakibime yakıştıramadığım bir hilkat garibesi için canlı yayında tüm Türkiye'nin önünde "Emre abi bana yol gösteriyor" diyebildiği için. Suratınızdan, sıfatınızdan buram buram kalitesizlik, samimiyetsizlik ve sahtelik aktığı için benim formama yakışmıyorsunuz.

Bunların hepsi son bir senede gerçekleşen örnekler ve üstelik hepsi sadece basına yansıyan örnekler. Kulağımıza gelen bir çok dedikodunun gerçekliği tartışabileceği için (bir çoğuna yürekten inansam da) buraya yazmayı doğru bulmuyorum. Bu kadarıylan bile Galatasaray'da bazı şeylerin ne boyutta olduğunu ifade etmesi bakımından bir ölçü olduğunu düşünüyorum.

Yönetim, teknik kadro boyutuna pek fazla girmek istemiyorum, zaten bilhassa yönetimle ilgili yazmadık şey bırakmadık. Zaten yazsak ne olacak, biz Galatasaray'lı değiliz ki. Tribün olarak da artık sıradan Anadolu takımlarının gerisinde olduğumuzu düşünüyorum. Bursa'daki 34. dakika şovuyla bunu bir kez daha göstermiş olduk zaten. Tepkisiz, yaratıcılıktan uzak, baştakilerin kişisel hesaplarının ön planda olduğu, maçlara artık karaborsa yapmak için geldiğini saklamayan insanlara "x abi alemde bu tek abi" diye facebookta grup açılan bir tribünümüz var. Niye bu olup bitene tepkisiz kalındığını çoluk çocuk bile artık biliyor zaten. Bu durumlar eskiden de vardı, ama eskiden en azından yaratıcı, hareketli besteler giriyorduk. Fener'den Beşiktaş'tan kolay kolay beste alınıp söylenmezdi. Öyle isimler küstürüldü ki tribüne, bu geldiğimiz noktaya tesadüf demeye dilim varmıyor.

Velhasıl kelam durumumuz çok vahim. Her şeyin en kötüsü ise, çözüm yaratabilecek ve durumun vahametinin farkında olması gerekenlerin vurdumduymaz tavırları. Başkana sorsan "o kadar transfer yaptık, stadı açtık, daha ne yapalım?" diyecek. Büyük başkan!

Bursa'lılara bizi yenmekten fenalık geldi, bana da "gecenin en karanlık anı, şafaktan hemen öncesidir diye düşünmekten. İyi kötü kendimizi avuttuk bir kaç senedir, ama o güneş bir türlü doğmuyor. Bu sefer Galatasaray isminin olduğu yerde her zaman umut vardır diye düşünesim geliyor, ona da yukarıdan "bir dakika bilader, Galatasaray'ın ismi artık Galatasaray Apikoğlu sucukları oldu hala umudun var mı?" diye soracaklar diye korkuyorum.

Son olarak belli bir zamandır kişisel dostluklarımızın oluştuğu Bursaspor tribünlerinin önde gelenlerine teşekkür etmek istiyorum, bizi krallar gibi ağırladılar gerçekten Bursa'da. Transfer tekliflerini şimdilik reddediyoruz tabi ki, biz arada gidip geliriz siz davet edin yeter ki.

29 Ocak 2011 Cumartesi

o diil de #1

Bu da bloğumuzun içerik yapılanmasına uygun, genelde futbol ama aslında herşeye dair kısa notlardan oluşan serimiz. Bunu da ders çalışırken buldum. Evet.

selim döndüğünde bloğu bambaşka bulacaksın. İskender ye. Kestane şekeri getir.

- Gitti, gidiyor, gideyazdı, gitsin, gitmesin derken en nihayetinde Luis Suarez yaklaşık 26 milyon Euro bedelle Kop tribününü coşturmaya gidiyor. Babel de aynı saatlerde Hoffenheim uçağına bindi. selim'in de bahsettiği kadrodan çıkarıldığında takımı etkileyecek adam sayısı 1 artmış oldu. Katkı yapacağı kesin, ama önemli olan o katkının bu sezon bitmeden gelip gelmeyeceği. Benim içimde Torres'le süpersonik bir ikili olacaklarına, Kuyt'un ve Steven Başgan'ın da desteğini alıp King Kenny'yi mutlu edeceklerine dair bir his canlandı ama bakalım, kısmet. (bu yorum kısmetle biter mi lan)

- Ya bu Sevilla nasıl transfer yapıyor biri bana izah etsin. Rakitic'i 1,5 milyona, Medel'i de yaklaşık 5 milyona almak nedir yahu. Aziz Başkan uyuma. 6-7 milyona 2 yüksek potansiyelli oyuncu almak neyin nesidir, nasıl bir başarıdır. Biri bana izah etsin. Adamlar resmen FM oynuyor. Medel 23, Rakitic daha 22 yaşında be. Çüş; helal olsun (karışık duygular içersindeyim ey dost). Rakitic'i İspanyol defansları biraz hırpalar muhtemelen ama bu sayede hızını daha etkili kullanmayı öğrenip, güçlenir de herhalde. Bu transfer Rakitic için de çok hayırlı oldu bence.

- Neden dersen? Schalke sezon başında Rakitic'in gerçek mevkisine At. Madrid'den Jurado'yu almış, Raul'e 2. forvet pozisyonu verince de Rakitic mecburen kendi yarısına daha yakın oynamaya başlamıştı. Bu onun performansını ve takım içindeki memnuniyetini düşürmüş, gelişimine de sekte vurmuştu. Adam daha 22 yahu. O yüzden gitti iyi yaptı.

- Schalke yukarıda bahsettiğim dizilimden dolayı orta sahada bir zaafiyet gösteriyordu. Peki Magath ne yaptı? Şu an yer aldığı müsabakalarda istediği noktada olmayan, herhangi bir seviyedeki (yani en yükseğinden en düşüğüne) bir Avrupa takımının yapması gereken şeyi yaptı. Gidip Anthony Annan'ı aldı. Bir sonraki Dünya Kupası'nın en etkili takımlarından olacağına inandığım Gana'nın muhtemel kaptanına, yeni Appiah'ına, Alex Ferguson'un da ifade ettiği gibi Avrupa'nın en gelecek vaad eden ön liberosuna yatırımını yaptı. Helal olsun adama. Eski, yeni, genç, yaşlı, yerli, yabancı, adamın her hamlesi doğru nerdeyse. Dünyanın en underrated hocası kesinlikle Magath. (Şu underratedın Türkçesi ne olabiler bir deyin bakayım)

- Inter'in forvet hattı geçtiğimiz 10-15 yılda hep kalabalık ve çok kaliteli oyunculardan kurulu olmuştur. Bazı dönemlerde takımın geri kalanı ile hücum oyuncuları arasında kalite uçurumu oluştuğu bile söylenebilir. Ronaldo, Vieri, Zamarano, Recoba, Kral Hakan Şükür forvet grubu bence en iyisiydi. Ama sanırım artık bu kararımı gözden geçirmem grekebilir. Zira Pandev, Milito, Eto'o ekibine şimdi bir de Pazzini eküri oldu. 12 milyon Euro'ya ek olarak Inter altyapısından çıkan en kısır forvet Biabiany'de Cenova şehrine gidiyor. Bir başka genç, Caldirola'da sezon sonunda ona katılacak. Sampdoria'nın forvet hattının akıbetini de daha sonra yazacağım ama Inter'in hücum hattı artık öldürmez, süründürür. O kadar diyeyim. 7 numara da yakışmış Pazzini'ye.

- Mahamadou Diarra Monaco'ya, Lass 6 numaralı formaya, Mesut da 10 numaraya geçiş yapmış. 10 numara olmuş. Yakışır.

- Real'de 23'ü de artık Adebayor terletecek. Bu transferin iki farklı yoldan faydalı olabilieceğini düşünüyorum. Ya Adebayor arkasındaki kaliteli orta saha ve Ronaldo + Mesut/Kaka formasyonlarından biriyle inanılmaz bir uyum yakalayıp kendini bulacak, ya da Benzema gazlanıp O.Lyon günlerine dönecek. Sanki 1.si daha makul gibi ama tabii hiçbiri de olmayabilir. Olursa ekime kadar, olmazsa...

- Dünya basını Barcelona'ya genç bir sol bek kitleme peşinde son bir haftadır. Önce bizim Atilla Turan, şimdi de Yuto Nagatamo diye bir Japon. Haberin gerçekliği tartışılır ama yükselen Japon oyuncular ve Kagawa-san'ın ilk yarı şovu, Barcelona için bile Japon oyuncu söylentileri çıkartacak düzeye gelmiş. Ben bunu anladım. Evet.

- Ulan Busquets, ben seni istemedikçe inadına orada duruyorsun lan. Dünyanın en iyi orta sahasındaki kabızlık gösterisi 2015'e kadar devam. Ulan bir insan sırf altyapıdan geldiği, Katalan olduğu ve yanındakilere ayak uydurabildiği için bu kadar mı ödüllendirilir. Yanarım yanarım, Mascherano Reyiz ile Genç Semih'e yanarım.

- Harry Redknapp, Pienaar da gelince "bana müsaade" diyen Kranjcar'a "dur daha karpuz keseceğidik" demiş. Ulan bir pozisyona bu kadar mı kaliteli oyuncu doldurulur arkadaş. Modric, van der Vaart, Kranjcar ve Pienaar. Adam haklı beyler. Sal gitsin Harry. Ama "o bana lazım" demiş. Artık neresine monte edecekse. Takımın tabii.

- Son olarak yıllardır aşina olduğumz Hollanda doğumlu kardeşimiz Oğuzhan Özyakup'a kulübü Arsenal sözleşme uzatma talebinde bulunmuş. Helal olsun. Bu gurbetçi gençler içinde en akıllı olan ve bunu bariz bir şekilde belli eden kesinlikle Oğuzhan. Arsene Wenger'in iki eliyle yapıştığı, Hollanda'da oynadığı her yaş grubunun kaptanı olan ve bütün otoriteler tarafından gelecekte Portakalların sahadaki lideri olacağı söylenen Oğuzhan'a tekrar helal olsun. Dediğin gibi yap kardeşim, sakın Türk Milli takımını seçme. Seçme ki heba olmayasın. Biz elbet bir şekilde yolumuzu buluruz. Sen keyfine bak. Bize de uzaktan keyifle izleyip, inceden böbürlenmek kalsın senle aynı kanı taşıdığımız için. "Yeni Bergkamp'ın kanı benimkiyle aynı" desek de yeter.

Öperler.

Bir Gencin İngilişçe ile İmtihanı

"Bu selim kütür kütür yazarken res dingili nerelerde dolaşıyor?" demiş olabilirsiniz son 2-3 haftadır. Efendim şimdi şöyle ki; finalleri atlatmayı müteakip önümüzdeki sene için yaptığımız plan çerçevesinde peşpeşe TOEFL ve GRE adlı sınavlara girmiş bulunuyoruz. Bugün GRE'yi hallederek özgürlüğümü geri almış bulunuyorum. Takip eden günlerde tarafımdan yoğun yazı girişi olabilir, zira aklımda biriken çok şey var, korkmayınız.

Bu arada lafı geçmişken sınavlarla ilgili de bir kaç satır bilgi vereyim, olur da birine faydamız dokunur belki.

TOEFL: Her iki sınava da ETS'in sitesinden kaydolunuyor. TOEFL en bilinen İngilizce yeterlilik sınavı ve neredeyse her alanda geçerliliği var. Her biri 30 olmak üzere toplamda 120 puan üzerinden. Sonuçlar 2 hafta gibi bir sürede geliyor.

Bu TOEFL denen meret 4 kısımdan oluşuyor. Sırasıyla;
- Reading (en alakasız konularla ilgili metinler ve okunan parçayla ilgili test soruları),
- Listening (ıvır zıvır konularda muhabbet eden lavuk Amerikalıların ne dediklerini anlayıp, not alıp, test sorularını cevaplamak),
- 10 dakikalık bir ara,
- Speaking (verilen konular, metinler ve sesli kayıtlar üzerine konuşmaca)
- ve Writing (1 konu üzerine düşündüklerini min. 300 kelime ile yazmak. Bir metin okuyup, alakalı bir kayıt dinleyip üzerine bağlantı kurmak ile ilgili 150-225 kelimelik yazı yazmak.) kısımlarından oluşuyor.
Genel olarak tekniğine hakim olunup, taktikleri bilinerek rahatlıkla yapılabilecek bir sınav. Çok kasacak bir durum yok ama her kısım için, özellikle de Speaking için pratik yapmak çok faydalı olabileyor. Olur olur.

GRE: Geldik zurnanın zırt dediği yere. Bu sınav sadece Amerika'da yüksek lisans eğitimine başvururken gerekiyor. Yazma kısmı 6 üzerinden değerlendirilip sonucu 2 hafta içinde geliyor. Sözel ve Sayısal kısımlar 800'er puan üzerinden değerlendirilip, hemen sınav sonunda sonuçlar görünüyor.

GRE 3 bölümden mütevellit bir imtihan olup, daha fazla çalışma ve azim gerektiriyor. Bölümler sırasız bir şekilde geliyor ve şöyleler;
- Analytical Writing (önce bir ifadeyi inceleyip şusu eksik, busu olmamış şeklinde b.k atmaca, akabinde TOEFL'dakine benzer herhangi bir konuda yazmaca. Kelime limiti yok.)
- Verbal (İngilizce'nin en alakasız, en dip köşe, en gündelik hayatta kullanılmayan kelimeleri ile ilgili farklı şekillerde sözel sorular ve okuduğunu anlama kısmı. Sağlam bir çalışma ve istenen puana göre değişse de en azından bir 200-300 kelime ezberlemeyi gerektiriyor. 30 soru 30 dk.)
- Quantitative (Türkiye'de mühendislik ve/veya ortalamanın üstünde lise matematik eğitimi alan bir kimsenin rahatça yapabileceği, ufak tefek tuzakları olmasına rağmen genelde kolay bir bölüm. 28 soru 40 dakika)

Daha detaylı bilgi ve akla takılan sorular için elimden geldiğince yardımcı olmaya da çalışırım. Ama genel olarak sınavlar böyle. (Bilgi için, TOEFL sonucum gelmedi daha, GRE Verbal:310, Quantitative:800, An. Wr. daha belli değil. Belli olunca editlerim artık.)

Dediğim gibi, bu hengameyi de atlattık bakalım. Artık blogumuza daha bir ilgi gösterme vakti.

Not: selim lolo yapma, hayırlı yolculuklar...

Keyifli Edit: TOEFL'ı da kitlemişim. 102 (R:28 L:26 W:25 S:23) puanla geleceğe artık daha umutla bakıyorum. İyi ki varsın ETS, iyi ki varsın İngiliş...

28 Ocak 2011 Cuma

Bursa'nın ufak tefek taşları

Yüzünden ölüyorduk az kalsın 4 sene önce. Şaka bir yana, bir Bursa deplasmanı daha geldi çattı. Yakın oluşu, vapur yolculuğu, Bursa tribünlerinin sağlamlığı, arada her zaman mevcut gerilim, bilhassa yakın zamanda Bursaspor'un iyi gidişi ile daima keyifli bir deplasman oluyor Bursa. Futbol açısından baktığınız zaman son yıllar içerisinde 5 de yedik 5 de attık, ama özellikle senesini tam çıkartamamakla beraber 1997-1998 olarak tahmin ettiğim (Baliç Bursa'daydı) bir maç var ki bütün Bursa-GS maçları arasındaki en unutulmazı olabilir. 90. dakkaya 2-2 beraberlikle girilmişti, 92. dakikada önce Hakan altıpasın içinde %100lük bir gol kaçırmış, dönen topta Bursa'lı futbolcu %200'lük golü atamamış, bunun dönen topunda Hakan gol atmış fakat ofsayt diye verilmemiş, bizimkiler buna itiraz ederken gelişen hızlı davranan Bursa Baliç'le 3. golü bulmuştu. Yani bir dakikada ikisi gol olan 4 net pozisyon olmuştu. Videosunu aradım ama bulamadım bir türlü.

Tribünsel olarak maçların öncesi pek fazla bir aksiyona sahne olmasa da (kaza yaptığımız sene Kültür Park'ta atkılarla formalarla dolaşıp yemek falan yemiştik bir Allah'ın kulu da gelip laf etmemişti) maç sonları hep hareketli geçti. Son yıllarda bir kez bile normal bir şekilde dönemedik, bir yıl kaza oldu, bir sonraki yıl fırtına çıktı feribotlar iptal oldu tam da bayram dönüşüydü İstanbul'a sabah 5'te vardık, sonraki yıl bir arkadaşımızda kaldık ve donduk falan bakalım bu yıl başımıza neler gelecek.

Kaza olayından sonra kısa bir süreliğine de olsa Bursa'yı kafamda nefret edilen takımlar ve şehirler listesine alsam da, sonunda ben de bir kaç kendini bilmezin yaptığını bütün bir camiaya mal etmemek gerektiği kanısına vardım. Cumartesine geldiği için, bir gece orada kalıp pideli köfte-sütlü kemalpaşa tatlısı-hamam-iskender-uludağa çıkarkenki cafeler ritüellerini tamamlama fırsatı doğdu bize, pazartesine kadar blogu Resul'e devrediyorum. Sınavları bitmiş, artık dört elle bloga sarılacağının sözünü verdi.

O değil de tereyağını iskendere dökerken çıkan ses ne güzel bir sestir yahu. Akşam akşam aklıma geldi ağzım sulandı.

Maç da önemli bu arada baya es geçmeyelim. Bursa bizi 2 senedir yeniyor yanlış hatırlamadıysam, bu yıl kazanıp 3 maç üst üste yapmaları biraz zor gözüküyor gözüme. Umarım geçen sene Sami Yen'deki gibi keyifli ama bol gollü bir maç olur, 3 puanımızı alır döneriz İstanbul'a.

The Firm

Bir iki hafta önce I.D. ile konuya giriş yapmıştık. 1989 yapımı, The Firm, tribün veya holiganlık konulu filmlerin öncüsü konumunda. Hikayesi gerçekçi, sahneleri gayet doğal ve inandırıcı. Sağlam bir film. Holiganlığı övmeden veya yermeden, olduğu gibi net bir şekilde anlatmış. Yönetmen Alan Clarke 'ın daha önce adını duyduğum Made in Britain ve Scum isimli filmlerini bir ara denk getirip izlemeyi düşünüyorum, öyle tahmin ediyorum ki This Is England havasında filmler. Niye bilmiyorum ama böyle zor toplum, sorunlu gençlik filmlerini acaip seviyorum.

Neyse biz The Firm'e geri dönelim. Hikayenin gerçekliği bir yana, oyuncuların hepsi inanılmaz bir iş çıkartmış. Özellikle de başroldeki Gary Oldman. Zaten Vincent Cassel'le beraber en favori aktörlerimdir. 6-0'ın canlandırmasını çekseler oturup izlerim. Oldman'nın filmdeki karakterinin daha sonra Leon'da oynadığı "Stansfield"a direk ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum. İkisi de benzer tipte, özetle mükemmel performanslar.


Filmde, West Ham United'ın ICF (filmde Inter City Crew olarak geçiyor, aslı Inter City Firm), Millwall'ın Bushwackers (filmde Buccaneers olarak geçiyor) ve isim vermeden Birmingham Zulus arasındaki mevzular anlatılıyor.

Euro 1988 için birlik olalım toplantısı, minibüs baskını, Oldman'ın karakteri Bexy'nin odası, Bexy'nin ailesiyle yaşadığı sıkıntılar, en sondaki baskın sahnesi filmde en akılda kalıcı ve güzel işlenmiş detaylar. Filmde futbol topunu bir veya iki kez görüyoruz, onu da belirteyim. Meraklısı kaçırmasın derim.


"Let's put a smile on you."


*
Jet hızıyla bir edit geldi, eklemeyi unutmuşum. Tribün konulu filmlerde hiç birine başrolde olmayıp, her filmde yer almayı başaran tek bir takım ve tayfası var: Millwall Bushwackers. Bunu da dip not olarak düşelim.

27 Ocak 2011 Perşembe

Bir gencin Bim'le imtihanı

Bugün enteresan bir gün oldu. Sabah, telefonumda kayıtlı olmayan 0212'li bir numaranın telefonuyla uyandım. "Kesin banka falandır, kredi kartı soracaklar yaktım bu sefer çıranızı" diye düşünürken telefondaki ses "Selim bey siz misiniz, merhabalar ben Teşvikiye Bim'den arıyorum. Anneanneniz dükkanın önünde düştü ve başını yardı. Cüzdanından sizin telefonunuz çıktı, şimdi ambülans çağırdık ne yapalım nereye götürelim" diye sorunca haliyle başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Burda bir ek parantez açmak lazım, anneanneniz dediği insan aslında anneannemin annesi. Bu hayatta en çok üzerine titrediğim, birlikte zaman geçirmekten en çok keyif aldığım insan. Kelimelerle, cümlelerle anlatamayacağım kadar özel birisi. Hal böyle olunca, telefondaki cümlenin etkisi ağır oldu. Neyseki onunla da konuşabildim, "iyiyim iyiyim bir şeyim yok, sen kahvaltını etmeden çıkma sakın" diyince bir nebze olsun rahatladım. Yakında oturan bir tanıdıktan biz gelene kadar hastaneye refakat etmesini falan rica ettim, neticede hastaneye gittiğimizde dikişleri atılmış, küçük bir çocuk gibi etrafına gülücükler saçarak oturmuş bizi bekliyordu. Çok şükür ufak tefek bir iki morluk ve şişlik dışında ciddi bir şeyi yok. Şu anda tek derdi yamulan gözlüğünün yenisini çıkarttırmak. Sabah sabah neye uğradığımızı şaşırdık ama ucuz atlattık neyse ki.

Gelelim olayın Bim'le ilgili kısmına. Hastaneye geldiğimizde yanında bizim tanıdıkla beraber takım elbiseli, modern görünümlü ama kendi halinde birisi vardı. Kim olduğunu merak edip "merhaba" diye gittiğimde, Bim'in bölge müdürü olduğunu öğrendim.

Siyasi görüşüm az çok belli olmuştur şu ana kadar ki yazılarımı takip edenler için diye düşünüyorum. Açlıktan ölecek olsam da, Bim'den alışveriş yapmam, Ülker yemem-içmem, Ramsey'den giyinmem, vs. Gel gelelim bizim büyük anneanne bugün Bim'in önünde düştüğünde, çalışanları seferber olmuşlar ilgilenmek için. Çantasını, gözlüğünü falan toplayıp içerideki bir odaya koymuşlar. Bölge müdürü, kendisi de ambülansa binerek gelmiş ve biz gelene kadar beklemiş. Biz hastaneden ayrılana kadar da yanımızdan ayrılmadı. Haliyle nasıl teşekkür edeceğimizi şaşırdık.

E şimdi böyle olunca haliyle sağlam bir dumura uğruyor insan. Başta "Yok, bunların hepsi gösteri maksatlı, milletin bilinç altına böyle giriyorlar işte" diye düşünmedim değil. Ama insanların samimiyetinden acaip şüphe eden (ve genellikle tahminleri doğru çıkan) bir insan olan ben, bugünkü karşılaştığım tavırda bir gram sahtelik göremedim. Son derece içten ve insanca bir sıcaklıkla büyük anneannemize yardımcı olmuş ve devamında ilgilenmişlerdi. Hastaneden çıkmadan bir 10-15 dakika sohbet ettik, içimden sürekli "hah, şimdi konuyu Allah kitaba getirecek, bak şimdi huzurdan girecek peygamber efendimizden çıkacak" diye düşünürken konu asla endişe ettiğim yönlere sapmadı.

Hastaneden çıktıktan sonra eşyalarını almak ve yüzyüze teşekkür etmek için dükkana gittim, oradaki herkes de durumunu, yapabilecekleri bir şey olup olmadığını falan sordu. Sağolsunlar çok güzel ilgilenmişler gerçekten.

E iyi de ben Bim'den ve temsil ettiği sermayeden nefret ediyorum. Yani bizimki alakasız bir marketin önünde düşse ve ordakiler bu şekilde ilgilense olmaz mıydı? Hayat bir şekilde insanları ters köşeye yatırıp uzaktan keyifle izlemeyi seviyor galiba.

Yaşadığım korku ve sonrasındaki dumura rağmen, siyasi görüşleri veya hayat tarzları nasıl olursa olsun insanların içindeki "insanlık" kavramının ölmediğini görmek çok mutlu etti beni bugün. Diğer her şey, bunun yanında teferruat olarak kalıyor sanırım. İnsanları o öyle, bu böyle diye kafamızda sınıflandırmadan önce "insan" süzgecinden geçirmek, o süzgeçten geçenleri de aradaki tüm farklılıklara rağmen baştacı yapmak lazım.

Z

Tesadüfen mi öyle denk geldi bilmiyorum, ama yakın zamanda epey siyasi içerikli film izlediğimi farkettim. En etkileyicisini en sona saklamışım diyip, bir süre ara vereceğim bu türe.

1969 yapımı "Z", Yunan yönetmen Costa Gavras'ın filmi. Filmde, 1960'lı yıllarda aynen ülkemizde olduğu gibi sağ-sol çekişmelerinin yer aldığı Yunanistan'da, barış yanlısı liberal demokrat Grigoris Lambrakis'in öldürülüşü, ve cinayetten sonra bir takım güçler tarafından (acaba hangi kurumlar) olayın üstünün kapatılmaya çalışılması, ve cesur bir savcının olayı aydınlatma mücadelesi anlatılıyor.

Teknik taktik detayına girmeyeceğim, inanılmaz etkileyici bir film. Filmde anlatılan olayların tamamı gerçek. Zaten açılış sahnesinin sonunda "Filmde gösterilen olayların, ölmüş veya hayatta olan kişilerle olan benzerlikleri tesadüfi değildir. Tamamı kasıtlı olarak yapılmıştır." yazısını görünce filmin konsunu önceden bilmeme rağmen yine de bir an "n'oluyoruz" diyip ekran başında doğruldum.

Komşumuz Yunanistan'da olup biten olaylarla, yakın dönem Türkiye tarihiyle ilgili inanılmaz benzerlikler görmek ciddi şekilde düşündürücü bir olay. Neyse ne olur ne olmaz, tesadüftür herhalde diyip fazla kafa yormayalım gece gece.

Bir kez daha söyleyeyim, çok ama çok etkileyici bir film. Kaçırmayın derim.



******* Spoiler olarak biraz ek bilgi vereyim. *******

Gerçekte de filmde olduğu gibi savcı olayı çözüyor, ve hükümet-polis-sağ üçgenini (bir yerden tanıdık geliyor mu?) deşifre etmeyi başarıyor. Fakat "kimi kimi şikayet ediyorsun" dercesine olayda parmağı olan herkes komik cezalarla yırtarken; olayın şahitleri araba kazalarıyla, camdan düşmelerle hayatlarını kaybediyorlar. Bu olayların devamında 1967 yılında Yunanistan'da ordu hükümete el koyuyor, ve 1974'deki Kıbrıs çıkartmasına kadar görevde kalıyor. Görevde kaldığı sürece halkının canına ezan okumayı da ihmal etmiyor tabi ki. Ordunun görevde olduğu sürede yasakladığı muhteşem bir liste var, bunun için filmin sonuna bakınız. Filmin isminin manası da filmin en sonunda izleyiciye açıklanıyor.

Z !

26 Ocak 2011 Çarşamba

Boncuk

Umut Sarıkaya gerçekten hayatımda gördüğüm en komik insan olabilir (Cem Yılmaz anca ikinci olur). Hayatımda böyle bir tespit adamı görmedim. Onunla aynı zaman diliminde yaşadığımız için inanılmaz şanslı bir nesiliz.



Boncuk mu?

Yönetim nihayet çatırdadı

Galatasaray yönetim kurulunda uzun zamandır beklenen gelişme oldu ve nihayet bir çatırdama yaşandı. Böylece Adnan Polat'ın uzun zamandır çizmeye çalıştığı güçlü yönetim, istikrar, vb yalanlar tablosunun son maskesi de düşmüş oldu. Evet, uzun zamandır dört gözle bunu bekliyordum çünkü yolunda gitmeyen çok fazla iş var. Kimisi yönetimde istikrardan, ne olursa olsun devam edilmesinden yana ama ben bu yönetimin kaldığı her gün Galatasaray'a ciddi şekilde zarar verdiğini düşünüyorum. Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler, ama bir an evvel gitsinler. Zararın neresinden dönülse kâr.

Bu saatten sonra yönetimin ayakta kalması çok zor gözüküyor. Klüp içinde bir imza kampanyası başlatıldı, bu beklenen ilgiyi görmezse bile mart ayındaki mali kongrede yönetim ibra edilmememe ihtimali mevcut. Bu durumda yanlış bilmiyorsam çok kısa sürede direkt seçime gidilme durumu var. Eğer yönetim ibra edilmezse bu bir ilk olacak bunu da notlarımıza düşelim.

Bugün Vatan gazetesi, Ali Dürüst'ün başkanlık için adaylığını koyacağını söylediğini yazıyor. Eğer Mehmet Helvacı da adaylığını koyarsa, olası bir erken seçimde başkanlık ikisinin arasında gider diye düşünüyorum. Adnan Polat şu anki durumda 50-60 oyu geçerse yine de büyük skandal olur benim gözümde. Açıkçası Mehmet Helvacı'yı pek samimi bulmuyorum. Bu yönetimin içinde bugüne kadar durmuş olması iyi bir gösterge değil. Daha önceki bir çok açıklamasının altında kendi şovunu yapmak, ve ileride olası bir başkanlığa zemin hazırlamak düşüncesinin yattığını düşünüyorum. Ali Dürüst ise bu arenadan çok uzak kaldı, ama şu andaki durumda en iyi ihtimal o olarak gözüküyor. Keşke Hayri Kozak falan başkan adayı olsa, ama ikinci planda kalmayı tercih edeceğini düşünüyorum. Başkan kim olur bilemem, ama umarım yönetimde Orhan Yüzen, Haldun Üstünel veya Jerfi Fıratlı tarzında taraftarın içinden çıkmış ve taraftarın dilinden anlayan bir isim olur.

Kim olursa olsun, sportif maddi başarıyı falan geçtim, Galatasaray'ın değerlerine sahip çıkan bir başkan ve yönetim kurulu olsun. 20 milyon taraftarı temsil ettiğini, Türkiye'deki en büyük iki camiadan (hatta güçten) birinin başında oturduğunu, hiç bir siyasi güçten güçsüz olmadığını bilsin. Bugüne kadar hep alaylı olarak liselerin çoğunluğunun sadece "lise" kaygısı olduğunu, Galatasaray'ın hep onlar için ikinci planda olduğunu düşündüm. Bu fikrimin değiştiğini söyleyemem, fakat şu geldiğimiz nokta itibariyle liseyi birinci, Galatasaray'ı ikinci planda tutacak bir başkanı; kendi g.tünü kurtarmak için Galatasaray'ı ayaklar altına almaya razı, "aman işlerim bozulmasın" kaygısıyla yalamadık siyasetçi bırakmayan bir başkan müsvettesine binlerce kez tercih ederim.

Evet, sen busun. Ama doğru, ben Galatasaray'lı değilim, değil mi?

Süper olmayan liglerimiz

Doğal olarak süper ligin gölgesinde kalan, bu yüzden ne kadar takip edildiğinden emin olamadığım Bank Asya birinci ligde, bu yıl fırtına gibi bir sezon yaşanıyor. Sezonun ilk haftalarında Denizli koptu gidiyor derken şu anda beşinci sırada. Gerçi beşinci sırada olmasına rağmen lider Çaykur Rize'yle arasında sadece iki puan var. Benzer şekilde dokuzuncu sıradaki Mersin İdman Yurdu bile liderin sadece 7 puan gerisinde. Takımlar sırasıyla Çaykur Rize, Ordu, Samsun, Bolu, Denizli, Gaziantep Belediye, Tavşanlı Linyit, Kayseri Erciyes, Mersin İdman Yurdu, diye gidiyor. Sezonun ikinci yarısı yine fırtına gibi bir çekişmeye gebe.

Bu ligdeki futbol kalitesi geçtiğimiz sezonlara göre epey düzeldi diyebilirim. 2004-2005 sezonunda Bursaspor süper lige çıkmak üzereyken Ali Sami Yen'de İstanbul BB deplasmanına geldiğinde "10.000 Bursa'lı gelecekmiş, güzel tribün olur kesin" diyerek gittiğimiz maç açık ara hayatımda izlediğim en kötü futbol maçı olarak kayıtlara geçmişti. Tribün güzeldi evet, ama lider olan Bursaspor aradaki puan farkına rağmen 0-0 biten devre arasında soyunma odalarına giderken yuhalanmıştı. "Bir daha tövbe, Galatasaray düşene kadar ikinci lig maçına adımımı atmam" derken 2007-2008 sezonunda play-offların İstanbul'da olması ve Eskişehir, Sakarya, Bolu gibi tribün potansiyeli olan takımların play-offlara kalmasıyla yeminimizi bozmak zorunda kalmış; hem tribün hem de futbol olarak gayet doyurucu üç maçı izleme fırsatı bulmuştuk.

Gönlümden ilk olarak renkli ve sağlam tribünlere sahip Karşıyaka ve Mersin İdman Yurdu'nun çıkması geçiyor, ne yazık ki şu anda pek fazla şansları yok. Belki ucundan play-off'u zorlayabilirler. Üçüncü olarak yeni bir renk getirmeleri dileğimle Bolu veya Ordu'yu görmek istiyorum süper ligde, olmadı Samsun veya Adana. Çaykur Rize, Denizli, Kayseri Erciyes gibi sıkıcı takımlar aman bizden uzak olsunlar.

2. lig (sıralamadaki üçüncü lig tabi ki) ise bu yıl kırmızı ve beyaz grup diye iki gruba ayrıldı. Sezon sonunda her iki grubu lider bitiren takımlar otomatikman Bank Asya'ya çıkacaklar. Gruplarında ikinciden beşinci sıraya kadar olan takımlar kendi aralarında bir play-off oynayacak, ve her iki grubun play-off şampiyonu aralarında Bank Asya'ya çıkacak üçüncü takımı belirleyecek maçı yapacaklar.

Beyaz gruptan çıkmasını dilediğim tek takım tabi ki Göztepe. Her ne kadar tribünsel olarak pek anlaşamasak ve zamanında iki takım arasında ciddi mevzular yaşanmış olsa da, Göztepe gibi bir camianın tepeden üçüncü ligde olmasına gönlüm ciddi ciddi el vermiyor. Süper lig'den amatöre kadar düştüler, şimdi ise 2. lig beyaz grubun lideri konumundalar. İsyan marşı'nda söylendiği gibi, ıssız kuytu köşelerden dönün artık ! Sahiden, ne müthiş bir marştır o. Yıllardır dinliyorum, tüylerimin diken diken olmadığı tek bir sefer olmadı.

Kırmızı grup'da ise gönlümüz birden çok takımdan yana. Türkiye'nin ilk 10-15 tribününe rahatlakla girecek 3 takımın burada yer alması gerçekten yürek buruyor. Kocaeli, Adana Demir ve Sakarya'yı bir an evvel layık oldukları yerde görmek istiyorum artık. Sakarya ve Adana Demir'in ciddi bir play-off şansı var, sezonun ilk haftalarında son sıralardan kopamayan Kocaeli de kendine geldi ve 9. sırada. Bu yıl biraz zor gözükse de 1-2 seneye Bank Asya'ya döneceklerini düşünüyorum.

3. ligle ilgili enteresan ve bahsetmeye değer tek şey, ne yazık ki her üç grubun en son sıralarında yer alan takımların (Malatya, Erzurum, Zeytinburnu) dönem dönem birinci ligin gediklisi haline gelmiş takımlar olmaları. Erzurum hayatımda gördüğüm en renkli deplasman tribülerinden biri olarak yer etmiş hafızamda. 1999-2000 sezonu olması lazım, Ali Sami Yen'deki Erzurum tribünlerinde davul, zurna, halay ne ararsanız vardı. Sanki maçtan çıkıp komple tribün olarak düğüne gidecek gibiydiler. Fark yemişlerdi, ama keyiflerini bozmamışlardı. Onlar da umarım bir an evvel kendilerine gelirler. 3. ligden 2. lige çıkması muhtemel takımlar arasında Hatay, Gaziosmanpaşa ve Afyonkarahisar göze çarpıyor. Son ikisinin kendi çapında renkli tribünleri var, ama Hatay hakkında pek bir bilgim yok. Belki sevgili Antakya'lı kardeşimiz Görkem bizi bu konuda aydınlatır ?

Evet, bu kadar analizin sonunda bir de gönlümden geçen süper lig'i yapayım dedim. Herkes bayılır bu listeyi yapmaya, ben de okul sıralarında veya kitap arkalarında yaptığım listeyi biraz olsun resmiyete dökeyim. Takımları alfabetik olarak dizdim.

İdeal Süper Lig

Adana Demirspor
Ankaragücü
Antalyaspor
Beşiktaş
Bucaspor
Bursaspor
Diyarbakırspor
Eskişehirspor
Fenerbahçe
Galatasaray
Giresunspor
Göztepe
Karabükspor
Karşıyaka
Kocaelispor
Mersin İdman Yurdu
Orduspor
Sakaryaspor
Trabzonspor
Zonguldakspor

20 takım oldu, farkındayım. Yalnız yazarken bile heyecanlandım, şöyle bir lig olsa düşme kalkma olmasa ne muazzam olurdu be. Bir tane boş takım yok, neredeyse her takımın ezeli rakibi ebedi dostu (!) var. Şu an hali hazırda süperligde bulunan ikililere ilaveten Karabük-Zonguldak, Göztepe-Karşıyaka, Giresun-Ordu, Kocaeli-Sakarya, Adana-Mersin maçlarının tadından yenmezdi. İnşallah bir gün nasip olur bizlere böyle fırtına gibi bir süper lig.

25 Ocak 2011 Salı

Allah Rahmet Eylesin

İtalyan futbolu bugünlerde pek de güzel günler geçirmiyor.

Almanya, Fransa ve hatta Hollanda liglerinin gitgide artan seyirci ortalamaları ve sahadaki oyunun kalitesi Serie A'yı geride bırakmak üzere. Özellikle Alman futbolu, Dünya Kupası projesini başarıyla tamamladı. İyileştirilen, yenilenen ve yeni yapılan statlar, seyir zevkini arttırdığı gibi, geniş kitleleri de maçlara çekiyor artık. Kulüpler de artan gelirlerini iyi yatırımlarla sportif başarılara çevirmeyi başarıyorlar. Bayern Münih'in hegemonyasının yıkılmasının da, ligde artan çekişme, rekabet ve dengelenen güçlerin de arkasında yatan etken bu. Alman futbolu ile ilgili fikirlerimizi bir başka yazıda genişçe yazarız.

Her sezon sonunda bir büyük yıldızını İspanya'ya yollayan (Zidane, Ronaldo, İbrahimovic, Kaka) ve yerine yenilerini koyamayan "Lega Calcio", yerli oyuncu kalitesi ve kapasitesi bakımından da tartışılır halde. Potansiyeli yüksek İtalyan oyuncular bir türlü beklenen patlamayı gerçekleştiremiyorlar. Ayrıca herhangi bir ülke futbolunun başarısında belirleyici bir etmen olmasa da iyi kötü bir gösterge olan lejyoner sayısında da İtalyanlar çok geride. Futbol gelişimi sadece geçtiğimiz 10 yıllık bir tarihe sahip Japonya ve G.Kore'de bile bu sayı daha fazla. Öte yandan yurt dışına açılan İtalyan oyuncular da ya büyük liglere atlama yapamıyor, yapsalar da bir Fatih Akyel, bir Arif Erdem, bir Hakan Şükür misali ya aynı sezon ya da müteakip sezonda analarının ligine geri dönüyorlar.

Huzur da yok bu sezon çizmede. Sezonun ilk yarısının sonlarına doğru Oyuncular Birliği ve Federasyon arasında sözleşme yenileme görüşmelerinde patlak veren grev krizi ile 11-12 Aralık haftasında oynanacak maçların oynanması tehlikeye girmişti. Neyse ki olay sonradan çözüldü ve 16. hafta maçları eksiksiz oynandı. Ama sorunlar halen daha tam çözülebilmiş değil.

Asıl bahsetmek istediğimse başka bir nokta. Biz de tartışılan ve gündemdeki yerini koruyan "Sporda Şiddet Yasası" İtalya'da da şu sıralar tekrardan hararetli bir biçimde irdeleniyor. Özellikle maç saatleri ile ilgili getirilen düzenlemeler ve yayıncı kuruluşun da "Futbol keyfini tüm hafta sonuna yaymak" kisvesi altında reklam gelirlerini arttırmak amacıyla bu düzenlemeleri desteklemesiyle maçlar çok erken saatlerde oynanmaya başladı. Her hafta sonu günde 4 farklı seans halinde, (TSİ) 13.30, 16.30, 19.00 ve 21.45 saatlerine dağıtılıyor maçlar. Cumartesi ve Pazartesi günleri 4 dilimin hepsinde de maç oynanmasa da Pazar günlerini boş geçmiyor İtalyan Federasyonu. Zaten asıl tartışmayı yaratan da Pazar günleri erken oynanan maçlar ve futbolla yatıp kalkan İtalyan halkının her kesimi de bu tartışmaya dahil olmuş durumda.

Pazar günleri maçların oynanıyor olmasına zaten ezelden beri karşı olan Vatikan, 12.30'daki maçlar yüzünden küplere binmiş vaziyette. Vatikan'dan bir yetkili, Monsenyör (çok güzel ünvan be) Carlo Mazza, kilise adına bir açıklama yapmış. Demiş ki: "Bunu çok zararlı bir gelişme olarak görüyorum. İnsanları, ailece toplanıp, öğle yemeği (brunch demek istemiş herhalde) yedikleri saatlerde televizyonların başına oturtmak ve statlara yollamak, hayatın üzerine bir 'saha istilası' gibi. Aile zamanı çok önemli bir müessesedir ve bunu başka etkinliklere değişemeyiz." Adam haklı beyler.

Öte yandan maçların bu şekilde dağıtılması, karşılaşmaları evinden izleyen yerli ve bizim gibi yabancı taraftarlar için her maçı izleyebilme şansı doğursa da, takımlarında stattan destek verenler durumdan şikayetçi. Zira İtalyan saatiyle 12.30'daki bir maçı izlemek için İtalyan zaman birimiyle sabahın körü tabir edilen, hakikaten de Pazar sabahı için erken sayılabilecek bir saatte, aşağı yukarı 09.00'da kalkmaları gerekiyor. Ayrıca günün ta göbeğinde oynanan maçın, evde de, statta da izlense, günü öldürdüğünü, bir pazar eğlencesi olmaktan çok çileye dönüştüğünü söylüyorlar. Böyle giderse, zaten doluluk oranları pek iç açıcı olmayan statların, daha az taraftar çekeceği düşünülüyor. Belki de bu yolla şiddeti azaltmayı düşünüyorlardır.

12.30'da maçların oynanmasının önüne geçmek için dava açan İtalyanlar bile var. Zira statlardan takımlarına destek olan taraftarlar bu işin İtalyan futbolunun sonunu getireceğine inanıyorlar. İtalyan Spor Bakanı ise bu düzenlemelerin şiddeti gözle görülür derecede azalttığını iddia ediyor. Ama çoklarına göre bu düzende ısrar etmek, Serie A'nın mezarını kazıyor. Ligin 19. haftasında Sampordia'nın taraftar grubu Ultras Tito, kendi evleri Luigi Ferraris Stadı'nda (ne güzel şehir stadıdır ya) oynadıkları ve 2-1 kazandıkları Roma maçı öncesinde İtalyan futboluna sembolik bir cenaze töreni düzenledi.

Kuzey tribününde (Gradinata Nord) taraftarlar tabutun içinde Ligi taşıyorlar.

Saat 12.30, hoşçakal İtalyan Futbolu... Huzur içinde yat.

Yıl 2011. İtalyan futbolu uzun süre can çekiştikten sonra öldü. Sevenlerine duyurulur.

Taraftarlar protestolarını çok güzel abartı katarak ifade etmişler. İtalyan futbolu belki henüz ölmedi ama geleceği de pek parlak görünmüyor.

Yunanistan'da tribün keyfi

İlk yazılarımdan birinde bahsetmiştim. Bugün itibariyle iş ciddiye biniyor, okuldan Görkem arkadaşımızla Paok biletini ayarladık Aris'ten haber bekliyoruz. Haftaiçi maçlarından evvel cumartesi günü de Panathinaikos - Aek maçı varmış, onu da araya sıkıştırıp 7 günde 3 maçla kendimizden geçmeyi planlıyoruz. Arada bol bol uzo, güzel şehirler, Yunan müziği de cabası. Allah utandırmazsın, mikrofonlarımız Selanik'te Aris maçı için gelecek güzel haberleri bekliyoruz.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Memleket manzaraları

Bir de böyle potansiyel bir yazı dizisi altında, günlük hayatta karşılaştığımız milletimizin fenomenliklerini paylaşmak istedim.

Bugün eve dönerken benzincide lastiklere hava basıyordum, 61 plakalı bir doblo yanıma park edip benim işimi bitirmemi beklerken aramızda geçen diyalogu yazıyorum.

Trabzonlu abi - Usta selamın aleyküm kolay gelsin.
Ben - Aleyküm selam abi teşekkürler.
T.a. - Memleket neresi usta?
Ben - İstanbul'da doğup büyüdüm ama baba tarafı Malatya'lı.
T.a. - Malatya güzeldir ben de Trabzon'luyum hemşehri sayılırız !

Ya hala düşündükçe gülüyorum. Abi ciddi ciddi bu cümleyi kurdu. Yani coğrafi bilgisinin eksikliğinden mi, yoksa ciddi bir muhabbet kurma isteme sıcaklığından mıydı bilmiyorum, ama beni iyi güldürdü Trabzon'lu abi. Seviyorum Trabzon'u ve Trabzon insanını.

Aslantepe'de ilk gol, ilk galibiyet

Dün enteresan bir gündü, "tepkinin kralı olur kıyamet gibi mevzular kopar acaba gitmesem mi", "yok be esas böyle gün kaçar mı" düşüncüleri arasında gittim maça. Bir iki pankartın dışında geçen hafta yaşananlar çerçevesinde hiç bir şey olmadı. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi ona da karar veremedim. Geçen haftaki atarlı giderli ve tepkili Galatasaray taraftarının yerine geçen hafta olup biten her şeyi unutmuş tabiri caizse biraz süt dökmüş kedi profilinde bir taraftar vardı. Bir yandan geçen haftaki ruh hali devam etsin, devrim ateşleri yansın yönetimler devrilsin diye içten içe geçirirken kimsenin emniyetle ilgili bir sıkıntı yaşamasını da istemediğim için belki böylesi daha hayırlısı olur diyerek kendimi avuttum.

Sahada beklediğimden güzel bir maç ve daha iyi bir Galatasaray vardı. Özellikle Yekta gerçekten uzun yıllar bu takımda çok güzel işler yapabilecek bir futbolcu. Top Yekta'ya her geldiği zaman, Arda'nın Mlada Boleslav maçında bizlere yaşattığı heyecanı yaşadım kendi kendime. Maça gelirken metroda karşılaştığım bir abimiz, Yekta'nın İzmir'li çok düzgün bir ailenin çocuğu olduğunu, ve zamanında bizimle Kadıköy deplasmanına bile gelecek kadar sağlam Galatasaray'lı olduğunu söyledi. Sevdik seni Yekta, utandırma bizi. Stancu da fena değil gibi, ama 30 dakikadan pek bir şeyler anlayamadık. Culio yetenekli bir futbolcuya benziyor ama henüz oynadığı maçlarda sahaya pek bir şey katamadı, yine de sabredilirse fayda alacağız gibi.

Seksi çocuk Kazım üç haftadır iyi top oynuyor, bana Fener'e ilk geldiği zamanı hatırlattı. Tabi burada 3 hafta evvel tükürdüklerimizi yalayacak değiliz, açık söyleyeyim ilk golü Kazım atacak diye ödüm koptu (daha kötüsü oldu). Zaten benim Kazım'la ilgili sıkıntım kötü topçu olmasıyla alakalı bir şey değildi, kaldı ki bu performansının da canı ilk sıkıldığı ana kadar süreceğini sonra 4-5 ay yine kafasına göre takılacağına adım gibi eminim.

Gelelim Servet meselesine. Seni asla affetmeyeceğim Servet, istersen her maç rövaşata golü at, istersen her maç 15 km koş, her maç 10 tane çizgiden top çıkar. Benim ve benim gibi düşünenler için sen bir bok parçası bile olamazsın. Gözümüzün içine baka baka maç sattın, formayı sattın, bir de üstüne çıkıp "bana güvenilmeyen yerde başarılı olamam" diyerek bunu üstü kapalı olarak itiraf ettin. Türk insanı balık hafızalıdır, Ankaragücü maçının üzerinden 3 ay bile geçmedi ama insanarı %95'i bu olayı unuttu. Ama biz senin ne mal olduğunu biliyoruz, merak etme. Seni görünce midem bulanıyor, ama hilkat garibesine benzediğin için değil, düşün artık o derece. Her şey bir yana bu ileri çıkma sevdası yüzünden 3-5 gol attıysan elli tane gol yenmesine sebep olduğun geldiğin günden beri. Sivas'lı eleman kafayı direğe çakmasa görecektim 3 ay evvel yaptıklarını unutup "Serveeet Serveeeeet" diye bağıranları. İçime oturdu hakikaten bu stadda ilk golü Servet'in atması (Sami Yen'de kapanışı da kelepçe boy Kazım yapmıştı, ikiliye bak kabus gibi).

Uzun lafın kısası dün ilk yarıdaki maçlarının %95inden daha iyi bir Galatasaray vardı sahada, ama yine de içimize sinmiyor o formayı giyen bazı isimler sahada dolaştıkça. Onlar kaldığı sürece nasıl düzecelek bu his bilmiyorum gerçekten.

*Maçın bizim adımıza unutulmaz anı ise 85-86. dakikalarda Sivas'lı topçunun şutunun önce alttaki birine, ondan sekip de bize gelmesi oldu. Ufak çaplı bir kapışmadan topu sıkıca kavrayan Selçuk galip geldi, tabi ki topu geri vermedik. Hatta 15-20 saniyelik bir görüntü bile vermişiz Lig TV'ye. Yıllardır maçta top bana gelse de topu alıp saklasam hayaliyle maç izlerim, ilk defa bu kadar yaklaştım ama olmadı! Gerçi Beckham penaltısını direk bana atmıştı, başka bir deyişle Beckham'dan sonra topa ilk dokunan bendim ama o karambolde top tekrar alt tribüne bile uçmuş olabilir zira topa uzanayım derken ayaklarımın 20 santim falan yerden kesildiğini hatırlıyorum. Her neyse, yerimiz bu tip top kapmalara çok müsait ve elbet bir gün bunu başaracağız.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Meydanlarda görmek istediğimiz hareketler

Bugün Taksim'de geçtiğimiz hafta yaşanan ıslık olayları ve sonrasında gerçekleşen beyanatların protesto edildiği bir yürüyüş vardı. Şansa o saatlerde Taksim'deydim, kalabalığı inceleme şansı buldum. Çoğunluk gençlerden oluşuyordu, ama genci yaşlısı kadını erkeği her kesimden insan ve görebildiğim kadarıyla bir çok takımdan taraftar vardı. Genelde bu tip görüntüleri tribünlerden önemli birinin cenazesinde görürüz (Optik, Alpaslan abi, Karşıyakalı Özgür, vs) ama bu tip bir organizasyonda görmek de güzeldi. Yıllardır düşünürüm, tribünlerin kafa adamları birlikte Hacca giderken niye kafa tayfalar bir arada ortak sorunlarla (emniyet, medya, vs) ilgili bir harekette tek vücüt olup bir eylemde bulunmazlar diye çok düşünmüşümdür. Örnek vermek gerekirse İtalya'da fırsatını bulsa birbirini bir kaşık suda boğacak tribünlerin emniyete karşı çokça birlikte yürümüşlüğü, olay yapmışlığı vardır. Bugünkü yürüyüşün kafa tayfalar bazında olmadığını, zaten öyle olsa bu sosyal içerikte olmayacağını da gayet iyi biliyorum, ama yine de bir takım şeylere ön ayak olmasını diliyorum tüm samimiyetimle.


Biraz konu dışı olacak ama özelllikle 1980 sonrası Türk gençliğini bilinçli bir şekilde siyasetten uzak tutma ve koyun gibi yetiştirme politikasının ürünü olmayan, sorgulayan ve sorunlarını eyleme dökebilen bilinçli bir nesil yetişiyor gözlemleyebildiğim kadarıyla. Düşünen ve sorgulayan bir halktan öcü gibi korkanlar umarım bu nesile de baltayı vurmazlar.

Bir Varmış, Bir Yokmuş

Buradan çok farklı bir diyarda, çok köklü ASLAN gibi bir spor kulübü varmış. Günün birinde bu kulübün idarecilerinin aklına kendilerine çağın standartlarına uygun, büyük kapasiteli, kaliteli ve kulübe yaraşır bir stad yapma fikri gelmiş. Bu aslında bir hayalmiş, zira kulübünü içinde olduğu ekonomik durum dolayısıyla bu isteklerini hemen hayata geçirememişler. Bu düş defalarca rafa kaldırılıp daha sonra yeniden gündeme getirilmiş. Her başkan adayı, her seçimde bunu malzeme olarak kullanmış. Koskoca kulüp bu olaydan dolayı alay edilir hale gelmiş. Neyse, gel zaman git zaman, en nihayetinde stadın yapımı işine girişilmiş.

Bu büyük proje için şöyle bir plan hazırlanmış:
- Kulüp yeni stadı tamamlanana kadar eskisinde maçlarını oynamaya devam edecek, bu esnada ihaleyi alan firma yeni stadı yapacakmış.
- İhaleyi alan firma, yeni stadın inşaası boyunca, o ülkenin en güçlü devlet kurumlarından biri olan ve arazinin de sahibi konumundaki merciden hakediş namına bir para almayacak, projeyi kendi özkaynakları ile tamamlayacakmış.
- İhaleyi alan firma yeni stadı bitirip teslim ettikten sonra, eski stadın arazisini teslim alacak ve üzerine ruhsat ve şartnamelere uygun dilediği yapıyı, yine kendi maddî kaynakları ile inşa edecekmiş.
- Eski stadın arazisine yaptığı yeni projeden elde ettiği kârdan, yeni stadın yapım maliyetini düşecek ve arada kalan meblağın bir kısmını bahsi geçen devlet kurumuna verecekmiş.

Her ne kadar altından kalkması zor gibi görünse de işin talibi çok olmuş. Ama bunların içinde biri varmış ki, babadan bu kulübün üyesi ve kulüple ilintili okulun da mezunuymuş. Kulübünü ve camiasını çok seven, adeta aşık olan, işini de iyi yapan bir MİMARmış bu. Yani aslında yapmaması gerekeni yapıp işiyle aşkını karıştırmış.

MİMAR, bu işe Amerikalı bir ortakla girmiş, ihaleyi almış ve işe başlamış. Teslim tarihleri 15 Ocak 2010'muş. Tam 165.000 m3 beton dökmüş, 41.000 ton demir bağlamışlar. Derken ortak, memleketinde başgösteren ekonomik buhranı bahane edip ortaklıktan çekilmiş ve aralarındaki anlaşma gereği yaptığı harcamayı da MİMAR'dan alıp gitmiş. MİMAR ortada kalmış, hem de parasız. Mecbur kendine yeni bir ortak arayışına girmiş. En son Abu Dabi menşeili bir firmayla ortaklık konusunda anlaşmışlar. Firmanın ortaklarından biri de, zamanında Dubai'de baş gösteren ekonomik sıkıntı üzerine Dubai Şeyhi'ne "lazımsa 30 milyar dolar vereyim" diyen Abu Dabi prensiymiş. MİMAR'a stadı bitirmek için lazım olan para ise sadece 60 milyon dolarmış.

Bu noktada devreye kanı bozuklar girmiş. Bunlar;
- koltuğundan olmamak için ruhunu satmaya razı Karaktersiz BAŞKAN,
- yakaladığı fırsatları daima değerlendirmesini ve manipüle etmesini bilen Ampul Kafa PADİŞAH,
- ve padişaha yaranmak için, onun tuvalete koduklarını ekmek arası köfte niyetine yemeye razı Padişahın KANKAsıymış..

BAŞKAN, kulübün mevcut ekonomik durumu ve saha performansı ile yeni stada geçmeyi kaldıramayacağını farketmiş. Yeni stadda iki maç oynamak kulübü iflasa sürükler, ayrıca bu kadroyla değil kombine atkı satamayız diye düşünmüş. Böyle bir durumda koltuğundan olabilirmiş. Ama o koltuğun çok değerli olduğunu biliyormuş. Zira onun sayesinde inanılmaz iş bağlantıları yapmış ve paraları cukkalamış. Tam ne yaparım da yırtarım derken, MİMAR'ın zor durumu hızır gibi yetişmiş. Gitmiş PADİŞAH'a yalvarmış ihaleyi iptal edin diye. Böylece vakit kazanacakmış. PADİŞAH da işini biliyor ya, ilerde lazım olur deyip böyle bir fırsatı kaçırmamış ve gereken talimatları vermiş KANKAsına. Önce gerekli bağlantıları yaparak MİMAR'ı kurtaracak paranın ülkeye girişini engellemiş, sonra işçilere para yedirip, provoke edip greve gitmelerini sağlamış, akabinde de MİMAR daha da zora düşünce, ihaleyi iptal etmişler. MİMAR, çalışanları, taşeronları, malzeme tedarikçileri hepsi, istisnasız batmışlar. Onlarca insan işsiz kalmış. Doğal olarak bir dolu da ah almışlar. Ve şu bilinir ah almak zararmış, çünkü kul hakkı adamı ensesinden yakalarmış.

İhale yeniden yapılmış ama eski ve yeni stad ile ilgili hükümler değişmiş ve bu iki unsur birbirinden ayrılmış. Çünkü, KANKA ve PADİŞAH farketmişler ki eski stadın arazisini ayrıca satıp daha fazla gemicik almaları mümkün olabilirmiş. Yeni stadı tamamlama işini de başka bir firmaya vermişler. KANKA kalan işi ederinin altında ihale ettiklerini söyleyerek övünüyormuş. Halbuki yeni firma tamamlanması 160 milyon lira tutacak işi, 120 milyon liraya yapmayı taahhüt ederken bir anda aradaki fark kadar Ataşehir'de nurtopu gibi bir araziye sahip olmuş. O arazide "parlak bir şey, altın gibi bir hayat, bulutlara kadar giden evler, her katta bahçeler" varmış. Bu arada yeni ihalenin teslim tarihi eski ihalenin üzerine + 1 yılmış. Yani 15 Ocak 2011.

"Yeni sezona ordayız", "Cumhuriyet Bayramı'nda localardayız", "Christmas'ta alttan ısınacağız", "Yılbaşında kırmızı donumuzla kırmız koltuğa oturacağız" derken açılış en nihayet son teslim gününe kadar ertelenmiş. Ertelenmiş ertelenmesine de, stad daha hala bitmemiş. PADİŞAH'ın yapmayı iyi bildiği "açmış olmak için açma" taktiğini kullanmaya karar vermişler. O gece kullanılacak ve görülecek ne var ne yoksa yalandan yere tamamlamışlar. Betonlar sıvasız, asfaltlar yamalı, aslanlı yol aslansız kalmış. Bunları tamamlamak için zamana ve açılışta bunların farkedilmesine mani olmak için de bir perdeye ihtiyaçları varmış. Çünkü seçim yakınmış.

Ne yapak, ne edek derken KANKA atlamış ortaya. "Ben yaparım" demiş, "onların damarına nasıl basacağımı iyi biliyorum. Onlar ki zaten elitler, eğitimliler ve bizi sevmezler. Ben onları zıvanadan çıkarırım". Gelmiş açılış gecesi. Herşey iyi kötü ilerlerken KANKA çıkmış kürsüye. Kulübün büyüklüğüne, karakterine, gelmişine geçmişine dil uzatmış, yerin dibine sokmuş koca camiayı. Yetmemiş o ülke sporunun başarılı veya başarısız oluşu tartışmalı ama en centilmen, en sportmen, en ahlaklı olduğu su götürmez merhum başkanının ardından hakaretler yağdırmış. Sevgilisine, babasına, ağabeyine, kardeşine dil uzatılan herkesin vereceği doğal tepkiyi hatta azını vermiş taraftarlar. Zaten sevmediği adamları, tüm bunlarla daha da gaza gelerek ıslıklamış, yuhalamış. Doğuştan gelen hakkını, fikir özgürlüğünü kullanmış, sadece ıslıklamış. Ne bir fiziksel müdahale, ne bir taşkınlık. Sadece iki dudak arasından çıkan hava.

KANKA sözünü tutmuş, PADİŞAH istediğini almış. Kalkmış terketmiş mekanı. Ağır abi ya. Kaldıramamış kendine yapılanı, kendine yapılmamış olmasına rağmen. Küsmüş, oynamamış. "Top benim" demiş, gitmiş. Top onun muymuş, yoksa o mu topmuş, bilen olmamış. Hiç vakit kaybetmeden oyununu oynamaya başlamış. Herkese kendini övdürmüş, gereken bağlantıları kurduğunu, gereken talimatları verdiğini söylemiş cümle âlem. Ama kimse gerçek talimatları, bağlantıları kastetmemiş. Kendi para birimi üzerinden yaptığı, kulübün yapmadığı harcamaları ifade etmiş. "Devretmem bak" demiş, "stad benim, ben yaptım, küsersem vermem". Kömür yardımı, çamaşır makinesi muamalesi yapmış koca stada. Ama dedik ya istediğini almış. Kimse ne stadın eksiklerinden, ne bitmeyen yollardan, ne çalışmayan metrolardan, ne sonsuz metro kuyruklarından, ne bozuk seslendirmeden, ne her yerdeki şantiye levhalarından, ne de stadın aslında hala daha çalışan bir şantiye olduğu gerçeğinden bahsetmemiş. PADİŞAH en iyi bildiğini yapmış. Tebasını parmağının ucunda oynatıp, istediğini düşündürtüp, istediğini konuşturmuş.

Tüm bunlar olurken BAŞKAN karaktersizi, hiç birşey yapmamış, yapamamış aslında. Çünkü ruhunu çok evvelden şeytana, pardon PADİŞAH'ına satmış, onun emrine girmiş. Bütün bir camianın tarihini, onurunu, gururunu, haysiyetini, karakterini, yani zaten kendinde olmayan özelliklerini ayaklar altına alıp ÖZÜR DİLEMİŞ, hem de taraftarı adına, kulübü adına. Yani kışkırtılan, kışkırtılmasa bile haklı olacak tepkisini en olaysız, en sade biçimde ortaya koyan taraftarı adına özür dilemiş, o taraftarın adını ağzına almaması gerekirken. Kendi koltuğu için yaptığı karaktersizliği, haysiyetsizliği, kulübe, taraftara mal etmiş.

Yetmemiş, sorumluları bulup kombinelerini iptal edeceğini söylemiş. Dişinden, tırnağından, evladının rızkından arttırıp bilet alan, kombine alanın hakkını, kendi şerefsizliği yüzünden elinden alacağını söylemiş. Adiliğe yeni bir boyut katmış.

Terbiyesizin dik alası olan KANKA'yı kulüpten ihraç edememiş, gücü yokmuş buna. Zira çoktan batmış b.ka, ağzını açacak kudreti ve hakkı yokmuş.

Yetmemiş, 1 hafta sonra çıkıp, bunları bilen ama susan, bilidiklerinden çekindiği insanları istifaya davet etmiş, kulübe adeta ambargo koymuş. Her platformda demokratikliği tartşılmaz kulübe diktatörlük rejimi getirmiş. Kendine dil uzatanın dilini kesmiş. Laf atanın boğazını düğümlemiş. Ve bu mükemmel duruşuna çeşitli yalanlarla kenar süsü yapmış:
- Şeffafım demiş, herşeyim ortada.
- Her icraatımda birinci kararım kulübün yüksek menfaatidir demiş, kendi menfaatim değil.
- Kulübü siyasete karıştırmam demiş, siyasetin üstündedir kulüp, kimse buradan siyaset yapmasın.
- Artık yeter, biraz sükunet demiş, yediğim b.klar ortaya çıkmasın.
- Ve son olarak, kul hakkı yemekten korkarım, takdire ilahiye inanırım demiş, yaşadıklarını özetlercesine.

21 Ocak 2011 Cuma

O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias

Dün akşam izleyip yazmayı planlıyordum, fakat bugüne kaldı. İngilizce ismi, The Year My Parents Went On Vacation.
2006 yapımı Brezilya filmi, geçtiğimiz günlerde bahsettiğimiz "O Que É Isso, Companheiro?" ile aynı zaman diliminde geçiyor ve doğal olarak temelinde benzer meseleler yatıyor.



Sondan söyleyeceğimi baştan söylemek istedim bu sefer, çok ama çok güzel bir film. Yaşadığı dünya, bir çocuğun gözünden ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Futbol aşkı, arkadaşlıklar, mahallenin en güzel hatununa duyulan hayranlık ("izleyici de aynı hayranlık hissiyle filmin akışına dahil ediliyor üstadım" diyerek "hatuna hasta olduk abi"yi entel dantel bir kalıpta belirtelim), ailesine duyulan özlem, liste uzayıp gidiyor. Hepsinde mükemmel bir iş çıkartmış yönetmen.

Ailesinden uzak kalmak zorunda olan küçük bir çocuk, ve hiç alışık olmadığı bambaşka kuralları olan bir dünya. Gelenek göreneklerine bağlı kendi halinde yaşlı bir Yahudi; ve bir anda bakmak zorunda kalacağı, hayatını baştan aşağı değiştirecek küçük bir çocuk. Bu eşleşmeler nefes keser.

Filmin en başta iki küçük oyuncusu olmak üzere bütün oyuncuların performansı ve castingleri muhteşem. Mauro'yu oynayan genç resmen oyuncu olmak için dünyaya gelmiş, geçtiğimiz 4 sene içinde büyük çapta bir filme imza atmamış olmasına baya şaşırdım. Tepkileri, hareketleri o kadar doğal ki ya dünyanın en aptal çocuğu ve etrafında olup bitenin film olduğunu çözememiş ya da çok büyük oyuncu. Müzikler, dilin güzelliği olayına hiç girmiyorum bile çünkü başta da belirttiğim gibi, Brezilya filmi. Filmi yer yer geri alıp sırf söylenilen cümlenin güzelliği için tekrar tekrar oynattım. Güzel dilsin vesselam, Brezilya lehçeli Portekizce.

Özetle her şeyiyle çok doğal bir film olmuş. Brezilya sineması gerçekten çok güzel işler çıkartıyor, korkuyorum eskiye dair güzel örnekleri izleye izleye bitecek ve mahrum kalacağız yenileri çıkana kadar diye.


Allah kimseyi baktırtmasın böyle annesinin babasının ardından.

Kırmızı !



Uykusuz yazar-çizerlerine selam olsun buradan, inanılmaz bir şey olmuş. Yaratıcılık güzel şey.

Ne olacak bu Liverpool'un hali

Niye bilmiyorum ama şu ana kadar Liverpool'la ilgili yazmaya fırsat gelmedi blogda, halbuki gönlümüzde yeri büyüktür. Bu yıl Galatasaray kadar Liverpool'un da bizi kahretmesiyle alakalı olabilir tabi ki, yine de yazmamız gerekiyordu ayıp ettik. Neyse telafi ederiz bir şekilde.

Herkesin malumu üzerine sezonun başında Benitez'le yollar ayrıldı ve geçtiğimiz sezon Fulham'a UEFA'da final oynatan Roy Hodgson takımın başına getirildi. Aslında ben bu değişimin Liverpool'a yarayacağına inanıyordum, çünkü ne Benitez Valencia ve Liverpool'daki ilk sezonlarında harikalar yaratan eski Benitez'di, ne de 3 sezonda iki kez CL finali oynayan Liverpool eski Liverpool'du. Bir şeyler ters gidiyordu, ve bir yerde duruma el koymak gerekiyordu.

Roy Hodgson ise oldukça formda geldi Liverpool'a. Fulham gibi İngiltere'nin sıradan sayılabilecek bir takımına (üstelik destansı maçlar sonunda, özellikle Juventus eşleşmesi) final oynatma başarısını göstermiş ve İngiltere'de yılın menajeri ödülünü almıştı. Taraftarı ve takımı yıllardır başarıya aç, dev bir camianın başına gelmek kolay değildi belki ama üstesinden gelebilecek yetenekte görüyordum Hodgson'u, ama olmadı, ve ocak başında yerine en azından sezon sonuna kadar görevi idare etmesi için klübün efsane ismi Kenny Dalglish getirildi.

Ben açıkçası Dalglish'in de pek şansı olduğunu düşünmüyorum, çünkü Hodgson'un başarısız olma sebepleri şu anda değişmiş değil. Liverpool'un en büyük problemi, kadrosunun İngiltere ortalamasına göre çok sıradan kalıyor olması. Gerrard büyük bir kaptan ve inanılmaz bir futbolcu evet ama tek bir futbolcuya bütün takımın bel bağlaması formülü takımı bir yere kadar götürebiliyor. Torres de malesef kesinlikle eski Torres değil, sadece gününde olduğu zaman oynuyor. Torres, Gerrard ve Carragher'ı çıkarttığın zaman şu futbolcu olmasa Liverpool çok şey kaybeder diyebileceğimiz bir tane bile futbolcu göremiyorum ben, tabi bunun tersi olarak bu futbolcuların varlığı takıma yeterli ve gerekli katkıyı yapamıyor. Ciddi bir kadro revizyonu şart Liverpool'da. Bunun yanında bu gibi durumlarda her zaman için hoca değişikliği takımlara itici bir güç olur, evet henüz konuşmak için erken belki ama Dalglish'in takımın başında çıktığı 3 maçta alınan 2 mağlubiyet ve 1 beraberlik var, üstelik son iki maçta öne geçmesine rağmen üstünlüğünü koruyamadı Liverpool. Belki futbolcuların Dalglish'e olan saygısıyla falan bu sezonu iyi kötü idare edip bir Uefa kontenjanı kapabilir Liverpool ama takım bu şekilde giderse gruptan bile çıkması zor.

Yine de gönlümüzden bir mucize geçiyor tabi. Dalglish'in futbol bilgisi, tecrübesi ve taraftarın ona olan sevgisi, saygısı tartışılmaz. Neredeyse yapılan bütün taraftar anketlerinde Kenny Dalglish (King Kenny) Liverpool tarihinin en başarılı ve en sevilen futbolcusu çıkıyor (Gerrard da genelde ikinci oluyor). 10 senedir bir takım çalıştırmamasına rağmen Liverpool'un her maçını Anfield'ın "numaralı"ya tekabul eden Main Stand'deki koltuğunda izliyor, ve Liverpool'u yakından takip ediyordu. Mutlaka kendine bir reçetesi vardır, bize de bekleyip görmek düşüyor.

Liverpool tribünlerinin "You'll never walk alone" ile beraber en sevdikleri ikinci tezahürat olan "The fields of Anfield road" un nakaratıyla bitirelim.


All round the fields of Anfield Road
Where once we watched the King Kenny play (and boy he played!)
Stevie Heighway on the wing,
We had dreams and songs to sing
'Bout the glory, round the Fields of Anfield Road

20 Ocak 2011 Perşembe

Das Boot

İki-üç gündür sınavlardan başımızı kaldıramadık, blogumuzu ihmal ettik. Sınavların bitmesiyle beraber yavaş yavaş hayata dönüyoruz. Aslına bakarsanız bu akşam aklımda başka bir film izleyip, onunla ilgili bir şeyler yazmak vardı ama "film izlemeye hali olmamak" neymiş bugün onu öğrendim. Yine de bir şeyler karalamak istiyorum, öbür filmi de yakın zamanda yazarız.

Bugüne kadar Alman sinemasından bir kaç örnekle karşılaşmışlığım var (Das Experiment, Das Leben der Anderen, Lola Rennt, Goodbye Lenin, vs) ve şansa mı oldu bilmiyorum ama beğenmediğim bir tane bile film çıkmadı. Hepsi belli bir kalitenin üstünde tekrar tekrar izlenebilecek filmler. Das Boot filmi de diğer hemşehrilerinden geri kalmadı. Aslında bu filmi tam 3 sene önce almıştım, fakat 3,5 saate yakın uzunluğu sebebiyle bir türlü cesaret edip de girişememiştim. Bir kaç ay evvel "artık bunu izlemem lazım" diye kafaya koydum ve sancılı bir süreçten sonra oturup nihayet izleyebildim. Hakikaten böyle bir sendrom var bu arada, bazı aldığım veya indirdiğim filmleri bir türlü izleyemiyorum ne hikmetse. Tam başlayacağım alt yazısını bulamıyorum, alt yazısını buluyorum ama evden erken çıkmam gerekiyor, başka gün onu izleyesim gelmiyor falan böyle çıkmaza giriyor bazen enteresan bir durum.

Neyse konudan sapmayalım, filmi izlemeyenler ve merak edenler için kısa bir özetini geçeyim, Das Boot filminde 2. dünya savaşı döneminde bir Alman denizaltısı'nda yaşananlar anlatılıyor. Film 3,5 saat uzunluğuna rağmen heyecanı bir dakika bile elden bırakmıyor. Özellikle karakterler ve oyunculuklar mükemmel. Savaşın manasızlığından sıkılmış kaptan ve denizaltıya yeni katılan genç Alman subayının fikir çatışmaları, insanoğlunun savaş konusunda belki de yüzyıllardır sorguladığı ve sorgulayacağı şeyleri farklı ve orijinal bir bakış açısından irdeliyor. Makine fetişisti asker, karısını özleyen başmühendis, denizaltındaki savaş fotoğrafçısı gibi yan karakterler de gayet başarılı.


Gerektiği zaman günlerce gün ışığı görmeden, temiz hava almadan, daracık bir çelik tüpün içinde 20-30 tane erkekle(kız olsa neyse) savaş konumunda beklemek dünyanın en sıkıntılı ruh hallerinden birisidir diye tahmin ediyorum, film bu ruh halini oldukça gerçekçi yansıtmış hakikaten. İzlerken bile daralıyor bazen insan. Sürekli bir aksiyon hali olmasa da (aksiyon sahneleri de yeterince geriyor) yazının başında da bahsettiğim gibi film bir şekilde izleyici hiç saate baktırtmadan 3,5 saati su gibi akıp geçirttiriyor, kafasında birsürü soru işreti bırakmayı da ihmal etmiyor. Filmin sadece son sahnesinin biraz hazırlıksız ve yersiz olduğunu düşünüyorum, biraz aceleye getirilmiş bir sahne gibi geldi bana ve vermesi gereken duygu selini tam olarak veremedi. Kimbilir, belki yönetmen bunu bilerek yapmıştır; savaşın insanların hayatına bazen gayet yersiz ve onları hazırlıksız yakalayarak girebileceğini belirtmek için.



Filmin kanımca en güzel sahnelerinden biri, Manş denizinde İngiliz gemilerini arayan denizaltı'da hep bir ağızdan söylenen İngilizce şarkı sahnesi. Alman subayın tepkisine dikkat (genç subaylar rahatsız).

"It's a long way from Tipperary, It's a long way from home"

Alaaaaarm !

18 Ocak 2011 Salı

Sokakta oynar, kaldırımdan destekleriz

Son yazıların neredeyse tamamı bu konu üzerine oldu, farkındayım. Ama böyle bir mesele varken başka şeyler yazmak gelmiyor içimden pek, res de iş güç arasında kayboldu sanırım ondan da ses çıkmıyor.

Kanat Atkaya muhteşem bir yazı yazmış, paylaşmadan edemedim.



Sokakta oynar, kaldırımdan destekleriz

“1 EKİM 1905’te mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Ata Bey’in dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik.

İlk girişimciler oyuna ve mücadeleye yönelik arkadaşlardan Asım Tevfik Sonumut, Reşat Şirvani, Cevdet Kalpakçıoğlu, Abidin Daver, Kamil gibi gençlerdi.
Okulda eğitim gören Bulgar ve Sırp öğrencilerden çevik ve kuvvetli olanlar da bize katılmışlardı. Asım’ı muhasebeciliğe, Cevdet’i ikinci reisliğe seçmiş, kendim de reis olmuştum.
Asım her hafta arkadaşlardan birer kuruş toplamakta mahir olduğu için kendisini muhasebeci yapmıştık. Ben reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım.
Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu.
Mektebe gelirken Domuz Sokağı’ndan geçer, domuz yağı alırdım.
Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim.
Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi.
Yani o zaman reisliğe ve diğer vazifelere payeyi en çok çalışan kazanırdı.
Cevdet de ikinci reisliği formaları yıkadığı için almıştı.
Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve isme malik (sahip) olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti.”
(Ali Sami Yen, Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü kurucusu ve 1 numaralı üyesi.)
* * *
“Özhan Canaydın’ın karşımızda naif ve güçsüz duruşu dün gibi aklımda.”
(Erdoğan Bayraktar, TOKİ Başkanı)
* * *
“Elimizde 200 stat, 40 polis kamerasının görüntüleri var. İncelemelerini emniyetle birlikte yapacağız ve bu insanları stadımıza sokmayacağız.”
(Adnan Polat, Galatasaray Spor Kulübü Başkanı.)
* * *
Şimdiii...
Başbakan Erdoğan, bu stat için uğraş vermiştir, teşekkür ederiz.
Yuhalanması güzel olmamıştır.
Buraya kadar mutabıkız.
Fakat...
“Ya ne yapacaktınız? Yüz milyonlarca dolarlık Ali Sami Yen arazisinden çekildik, ihalesinden kalkacak para bütçeye, Türk ekonomisine armağan olsun...” da demiyoruz ama Galatasaray’a kimse “ezik” muamelesi yapamaz.
Kızgınım. Öfkeliyim. Kendimi zor tutuyorum.
TOKİ Başkanı unvanıyla toplanan vergiden bina diken zatın rahmetli Özhan Canaydın’ın arkasından “atarlanması” için “Terbiyesizlik etti” demekle yetinemem.
Galatasaray kim, sen kimsin?
Kimin malını kimin kafasına kakıyorsun?
Galatasaray’ın ölmüş başkanına laf edersen yuhalanırsın, nokta.
Al stadını ve çevre yolunu ve bağlantılarını
ve metro istasyonunu kafana çal.
Telegol’e çıkıp “Kimseden özür beklemiyorum” demiş bir de.
Pişkinliğin böylesi 7/8 Hasan Paşa Fırını’nın leziz ekmeğinde, kekinde, mekiğinde görülmemiştir.
Sen çıkıp özür dileyeceksin Galatasaray’dan.
* * *
Bir taraftarın dediği gibi “Sokakta oynar, kaldırımdan destekleriz...”
‘Lise’nin bahçesine, doğduğu yere, Grand Cour’a döner, duvara tırmanıp seyredilir.
O bürokrata özür diletemezse, Galatasaray üyeliğini iptal edemezse Adnan Polat’a da yuh olsun.
Sen Galatasaray Başkanı olacaksın Adnan Polat, bina memuru, stat müfettişi değil.
Yapamıyorsan -ki belli ki yapamıyorsun- çek git.
Büyük camialar bedel ödemez, ödetir.
Galatasaray’a, Fenerbahçe’ye, Beşiktaş’a “ezik” muamelesi yapmak kimsenin yanına kalmaz.
Ölen başkanına laf ettirdin ya, çıkıp o adama “Doğru söylemiş” dedin ya, yazıklar olsun.
Daha lafım var ama Cem Yılmaz’ın dediği gibi “kamera kaydediyor...”


Kanat Atkaya

17 Ocak 2011 Pazartesi

Maskeli balo

1,5 hafta içinde ultrAslan ön adlı Karşı, Hell, Sultans ve Parçalı (sondan üçü son 24 saatte olmak üzere) kendi kendilerini feshettiler. Üni grupları kendini feshetmeye başladı. Diyecek çok şey var, ama sular durulsun öyle yazacağım. Herkesin artık bazı gerçekleri görmesini, ve tribünün gerçek sahipleri olan "tribün emekçilerine" kalacağı günün gelmesini diliyorum bu hayatta hiç bir şeyi dilemediğim kadar içten bir şekilde. Parçalı'dan Yiğit kardeşimin hatırlattığı gibi:

"Yaktık gemileri, dönüş yok artık geri
Tak etti canıma, bu maskeli balo
Bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri !"

Versiyon Derken... #2

Res'in yazdığı "Versiyon Derken" yazısını, yazı dizisine çevireyim dedim. Bu tarz orijinal çalışmalar benim de hoşuma gidiyor. Manyağın biri Stanley Kubrick'in efsane gerilim filmi "The Shining" 'i almış, kesmiş, biçmiş ve tamamen filmin sahnelerini ve dialoglarını kullanarak ortaya bir romantik-komedi fragmanı çıkartmış. Yaratıcılığına ve zekasına hayran kaldım her kim yaptıysa. Filmi izlememiş olanlar önce bu fragmanı, sonra filmin kendisini sonra da tekrar fragmanı izlesinler bence.





Yeri gelmişken bu fragmanın bize ulaşmasında emeği geçen, İTÜ'de en çok isteyerek ve severek gittiğim ders olan "Sinema Sanatı" dersinin değerli öğretim görevlisi Ali Vatansever'e buradan bir selam yollayalım.

Biri havaalanı mı dedi?

Son yazdığım üç yazıyı okudum, okurken daraldım. Kafam hala bozuk ayrı mesele ama biraz olsun havayı dağıtayım.

Görüntüler geçen sene Yunanistan'da Avrupa play-off maçlarında Olympiakos'ı deplasmanda 0-1 yenen Paok'un şehre dönüşünden. Hayatımda gördüğüm en sağlam karşılamalardan olmuş. Koskoca Paok'un takım otobüsünün o302 olması da enteresan. Ve sanırım bu ülkede polis diye bir kurum yok.




"Athina, gamiola o Paok pan apo'ola
Athina, gamimeni, o Paok den petheni"

Acaba ne diyorlar...

16 Ocak 2011 Pazar

Binlerce kendini bilmezin yaptığını bütün bir camiaya mal edemeyiz

Dün akşam stadın teknik analiz kısmına girmiştim, bugün de kendimce dünkü kopan kıyametten biraz bahsetmek istiyorum.

Öncelikle dün Erdoğan'ın yuhalanmasıyla ilgili yapılan "nankörlük" suçlaması kadar saçma ve mesnetsiz bir durum olamaz. Tayyip Erdoğan'ın bu stadın bitmesinde payı olduğu doğru mu, evet doğru. Peki bunu babasının hayrına mı yaptı? Yüreği Galatasaray sevgisiyle çarptığı için mi yaptı? Gerçekten bir spor aşığı olduğu için, Türk sporunun ve Türk milletinin geleceğini ve bekasını her şeyin üzerinde tuttuğu için mi yaptı? Bu hikayelerle kimseyi kandıramaz gibi geliyor değil mi? Aziz Nesin'i burdan bir kez daha saygıyla anıyorum.

Neymiş, "başbakan stadla ilgili teşekkür edilecek tek insanmış", "çok büyük emekleri varmış", "kaç kez durma noktasına gelmişken bitmesi için elinden geleni yapmış", şuymuş buymuş. Eh be kardeşim, niye yapmış peki bir oturup düşündünüz mü? Galatasaray Spor Klübü cebinden "Bir Allah Kuruş" (bu da ilahi para birimi falan heralde) çıkmadan sahip olduğu bu stadyum karşılında devlete ne verdi? Veya vatandaşını soyma konusunda bile ordinaryüs olmuş bir devlet bu anlaşmayı nasıl ve niçin kabul etti, dört elle sarıldı? Galatasaray, İstanbul'un tam tabiriyle göbeğindeki kullanım hakkına sahip olduğu araziden vazgeçmedi mi, Toki bu araziyi alıp satmadı mı? Neyin emeğinden, neyin teşekküründen bahsediyorsunuz beyler? Evet Galatasaray'ın kasasından Bir Allah Kuruşu (bugün Allah Lirası/Euro paritesinde hareketli saatler yaşandı...) çıkmadı, ama Ali Sami Yen'in arazi hakkının satışından kimler kimler ne paralar kazandı, kimbilir. O yüzden hiç kimse çıkıp nankörlük hikayeleri anlatmasın. Camiamız bir çok konuda eşi bulunmaz nankörlük örneklerine imza atmıştır bugüne kadar o ayrı konu, ama dün geceki yaşananların nankörlükle alakası yoktu.

Olası bir eleştiri sadece stadlarda siyaset sokulup sokulmamasıyla ilgili olabilir, çünkü dünkü yuhalama ve ıslıklama tamamen siyasi bir tavırdı. Şahsi görüşüm, üniversitelerde, kahvehanelerde, bakkalda, berberde, yolda, orda, burda kısacası hayatın her alanında olan (veya olması gereken) siyasetin stadlarda da yer alabilmesi. "Abi maç izlemeye geldik, ne alakası var siyasetin şimdi" diye düşünenler olabilir, ama benim görüşüme göre "maç izleme" yeri evin salonudur.

"Yok abi ben siyaset spora karışsın istemiyorum" diyen insanların Livorno veya Lazio tribünlerine hayranlık beslerken yakalanmaları bir tuhaf oluyor ama, baştan söylemesi. Bunun dışında nasıl din ve devlet işleri birbirinden ayrı durması gerekiyorsa içtenlikle sporun ve siyasetin de birbirinden ayrı tutulması gerektiğini düşünen ve samimi bir şekilde bunu hayatında uygulayan, özü sözü bir arkadaşlar varsa fikirlerine katılmamakla beraber onlara saygım sonsuz.

Toki başkanı mıdır nedir o sıfatsızla ilgili ise pek fazla söylenecek bir şey yok. Benim armasına, renklerine gönül verdiğim takım diye demiyorum ama, iyi kötü Türkiye standartlarına göre koskocaman bir Galatasaray'ı resmen itin g.tüne soktu. Bu konuyla ilgili en güzel şeyleri, tribünderginin "EfsaneMaraton" nickli Fenerbahçe'li kullanıcısı söylemiş. Özellikle son iki paragrafını okurken tüylerim diken diken oldu. Sevdalarımız bambaşka olsa da "tribüncü" ne kadar Fenerbahçe'li varsa başımın üstlerinde yerleri var, bunu her zaman söylerim bir kez daha vesile olsun.

Ve geldik sana. Belki "bu hengamede sıra bana gelmez" diye düşünüyordun ama seni en sona saklamıştım. Lanet olsun sana verdiğim oylara, senin için bağırdığım tezahüratlara, senin başkan olman için beklediğim yıllara. Galatasaray'ı daha ne kadar yerin dibine batırabilir acaba diye düşünürken, her yeni gün daha kötüsünü başarabiliyorsun. Toki başkanı denen cibiliyetsizin söylediklerine cevap vermeye tenezzül etmek bir yana; yuhalayanları fişlemek, köpekler gibi özür dilemek (tüm köpekleri tenzih ederek söylüyorum) peşindesin. Yapılan küçük-büyük her türlü olumsuzluk karşısında basma kalıp gibi "bunu yapanlar bizden olamaz", "gereğini yapacağız", "bunu yapanlar Galatasaray'lı değil" söylemlerini yapıştırıyorsun (ctrl+v). Dün stadda 16.000 civarı kombine sahibi, 15.000 civarı davetli, 5.000'e yakın da protokol vardı. Peki bunlar Galatasaray'lı değilse kim bu insanlar? Ben mi yanlış duydum? Stadın %70-80ine yakını yuhalamadı mı başbakanın ismi anons edildiğinde? Bir Türkiye klasiği olarak bir kaç kendini bilmezin yaptığını bütün bir camiaya mal edemeyiz tabi ki ama binlerce kendini bilmezin yaptığını neremize sokacağız?

Neyse madem yakalandık itiraf edelim, uzatmanın manası yok. Evet biz aslında yıllardır bu olaya hazırlanan, münferit Fenerbahçeliler grubuyuz. Totalde 14000 kombine aldık, ve çok sağlam bir çok Galatasaraylı'nın bile başaramadığı bir işi başararak bir şekilde Galatasaray kongresinin içine 4000 üyeyle sızdık. Dün de yapacağımızı yaptık, başbakanla aranızı bozduk şimdi çekildik kenara, aldık elimize çekirdeğimizi, çıtlata çıtlata izliyoruz cümbüşü.

Bu mudur yani?

Zamanında az daha CHP'den İstanbul belediye başkanı oluyordun, bugün her Türk vatandaşının en doğal hakkı olan "protesto etmek" eylemini gerçekleştirdikleri için insanların kombinelerini iptal etmek peşindesin. Etsene hakkaten, 10.000 kombineyi iptal etsene, 5.000 üyeyi de Galatasaray'dan kongresinden attırsana. Bunların hiç birine çapının yetmeyeceğini bile bile sırf "başbakanın gözüne gireyim", "aman daha fazla kızmasın", "hem ya bize stadın kullanım hakkını vermezse baksana daha imzaları atmamışız", korkusuyla boş boş konuşuyorsun. Aslında bu halinden tavrından bir bakıma memnunum, çünkü her geçen gün kendi kuyunu biraz daha derin kazıyor, kendi uçurumuna doğru hızlanarak koşuyorsun.

Şaka bir yana sayın başbakanım, bu kadar konuştuk ettik ama hazır daha o imzalar falan atılmamışken, siz alsanız bu stadı Kasımpaşa'ya falan verseniz biz de Ali Sami Yen'e geri dönsek olmaz mı? Bakın vallahi bugün siz dediniz diye demiyorum, dün akşam da dile getirmiştim. Olmaz mı?

Bülbül - altın kafes

Bugün yeni stadımıza karmakarışık duygular içinde gittim. Heyecan vardı, merak vardı, bin tane resmini videosunu görsek de yine de bir gizemi vardı, bunların hepsinin yanında içimde Ali Sami Yen'e ihanet ediyormuş gibi bir his bile vardı. Ali Sami Yen konusunda gereğinden fazla hassasım, biliyorum. Mani olabildiğim bir durum değil, böyle olmamayı tercih ederdim gerçekten.

Her neyse konumuzdan sapmayalım, stada girişte metro kullanımı gayet rahattı. Stada ulaştığımızda kendimi biraz Olimpiyat'ta gibi hissettim, ortada kocaman bir stad var fakat etrafında pek bir şey yok. Stadın etrafı yemek yiyecek veya alışveriş yapacak yer olarak epey zayıftı, sadece bir tane ufak GS Store kamyonu, bir tane GS Store minibüsü ve bir tane de ufak dükkan vardı. Bu maça özgü tek ürün olan "Galatasaray - Ajax" maç atkısı ise saat 3 gibi bütün satış noktalarında bitmişti (bir Galatasaray pazarlama klasiği). Yiyecek-içecek yer olarak içi çok kalabalık çadırımsı bir şey vardı, orası da yiyecek-içecek mekanı mı kalabalıktan giremediğimiz için tam olarak öğrenemedik fakat öyle tahmin ettik.

Stadın dışının boya badana gibi kozmetik eksiklerine rağmen stadın içi gerçekten çok güzel olmuş. Tribünler sahaya yakın, stad parça parça değil de yekpare duruyor, bol bol tuvalet var, merdivenler geniş, önünde biri varken koltuğun sırtına basarak onun omzuna çıkıp bağırabiliyorsun falan filan. Hayalimdeki bir Estádio do Bessa veya bir Luigi Ferraris gibi değil belki ama yine de 10 numara bir stad olmuş. İçerideyken kendimizi yeni stadımızda değil de Avrupa'da deplasmandaymışız gibi hissettim hep. Sağıma soluma bakıyorum, sanki İtalyanca, Almanca yazılar görecekmişim gibi geliyor.

Stadın mimarisiyle ilgili bir tek akustiğini beğenmedim, fakat bunda stadın bir kabahati yok. Ali Sami Yen Kapalısı'nda yıllarını geçiren hiç kimseyi bu stadın akustiği memnun edemez. Kuzey tribünde 3000 kişinin bağırdığı gözle görülüyor fakat karşıya gelen gayet cılız bir ses. 3000 kişinin düzenli bağırdığı bir Sami Yen Kapalısı demek bacakların heyecandan değilse bile sesten titremesi demektir. Aynı etkiyi burada yaratmak için en az 10.000 kişiye ihtiyaç var diye düşünüyorum. Yine de Kadıköy'e nazaran bir nebze daha iyi akustiği, bunu da bağıran gürühün alt tribüne konuşlanmasıyla ve stadla çatı arasındaki boşluğun Kadıköy'e oranla daha az olmasıyla açıklayabiliriz. Bugün tribünler çok kötüydü, fakat bunu da ilk maçın şaşkınlığına verebiliriz, yoksa böyle gidersek sağlam bir deplasman tribünü kendimizi kestirir bize.

Stadın çıkışında ise metroda beklenildiği gibi biraz yüklenme ve izdiham durumu var gibi gözüküyordu uzaktan. Biraz sabredip binenler rahat etmiş ama nedense bu tip heyecanlı kalabalıktan ve sıkışıklıktan hoşlanan biri olmama rağmen bu kez gözüm yemedi metro kuyruğuna girmeyi, en fazla 30 dakka sürer diyip İTÜ'ye kadar yürüyeyim dedim. Başta çok mantıklı gözüken bu çözüm otoyolun kenarındaki kaldırımın bitmesiyle kabusa dönüştü, hatta yanımdan arabalar vızır vızır geçerken hayatımdan ciddi derecede endişe ettim. Yaklaşık 50 dakikalık bir maratonun sonunda nihayet okula varıp eve devam ettim.

Özetle stad güzel olmuş, ona lafım yok. Fakat bu hikayede biz "bülbül", yeni stadımız da "altın kafes" ise, Ali Sami Yen bütün o eskiliğiyle püskülüğüyle bizim için halen "vatan", ve bana şu an sorsalar "ver bu stadı, al geri Ali Sami Yen'i" diye, bir saniye bile düşünmezdim.

İyi kızsın, hoş kızsın, huyun suyun da güzel ama gönül bu. Ben başkasını seviyorum. Belki seninle yaşamaya alışacağız, hatta belki zaman zaman birbirimizden keyif bile alacağız ama ben sana asla aşık olmayacağım. Bunu bil, beni kabul edeceksen böyle et.

Kız güzel ama ha. / Resul

15 Ocak 2011 Cumartesi

"Türk Telekom Arena"

"Sami Yen yıkılacak yerine yenisi yapılacak", "maketi hazır ama finansmanda sorun var", "projesi çizildi ama bilmemne oldu", "stadın altı uçurummuş çok sakatmış" derken şaka maka stad bitti. Hayırlısı olsun diyerek yazıya başlayalım.

Ben futbola biraz daha gelenekçi bakıyorum. Günümüz futbolu, endüstriyel futbol canavarı tarafından lime lime edilirken futbolun o eski saf, naif, amatör ve romantik günlerine ait detaylar beni çok mutlu ediyor. Ne yazıkki bu detayların günden güne erimesine seyirci kalmaktan öteye gidemiyoruz.

St. Pauli 2007 yılına kadar artık sadece TRT 3 nostalji kuşağında görebildiğimiz eski tip elle değiştirilen skorbordlardan kullanıyordu, 2007 yılında yeni güney tribünü inşaatıyla eski skorbord yerini dijital bir ekrana bıraktı. 111 yıllık Barcelona (her ne kadar formasındaki Nike amblemi diğer takımlarınkine göre daha büyük olması sayesinde 20-25 milyon dolarlık bir yıllık gelir elde etse de) bu yıl 30 milyon dolarlık Qatar Foundation teklifine hayır diyemedi ve tarihinde ilk kez para karşılığında formasına reklam alacak (Unicef'i saymıyorum tabi ki). Kırk yıllık Highbury'i yıktılar, Emirates'i diktiler. Keza Olimpiyat'tan Ali Sami Yen'e döndüğümüz sene kapalıda kırmızı koltukların arasında sarı koltuklarla yazılan "avea" yazısı midemi bulandırmıştı, ama önümüzdeki 10 yıllık süreç boyunca stadımızın isminin Türk Telekom Arena olacak olması neredeyse normal geliyor. Fiyapı İnönü Stadyumu, Pegasus tribünü, Telsim tribünü, Migros tribünü, Türk Telekom Arena, vs vs.. bu liste uzayıp gider. 175 TL'lik "özel" formamızı burada unutmak olmaz tabi ki. Endüstriyel futbol dev bir ahtapot gibi bütün kollarıyla etrafımızı sarmış durumda. Öyle sımsıkı sarıyor ki kollarını bazen nefes alamıyorum.

Evet günümüz dünyasında rekabet etmek için şöyle gelirler olması lazım, böyle paralar kazanmamız lazım. Şöyle kombine satacağız, reklam gelirinden böyle para kazanacağız, falan filan. Peki her şey para mı? Veya para olunca her şey bir anda sihirli değnek değmiş gibi düzeliyor mu? Bilhassa yönetiminizde o paranın büyük kısmını saçma sapan transferlerle çarçur edecek, geri kalanını da çok büyük ihtimalle cebine indirecek bir Adnan Sezgin varken, yılda 5 milyon Euro veya 10 milyon Euro daha fazla kazanmak acaba gözüktüğü kadar bu klübe katkı sağlayabilir veya klübü rahatlatabilir mi? Bugünün doğal afeti Galatasaray'ından örnek vermek çok sağlıklı değil belki ama şu anda nerede olduğunu bilmediğimiz Misimoviç'e 8 milyon Euro verecek durumumuz olmasaydı (kadro dışarı bırakılmasına katılmıyorum, ayrı mesele) şu andaki durumumuzdan daha mı kötü durumda olacaktık? Aynı örnek Elano için de geçerli. Gerçi Elano olayından biz kâr etmiştik değil mi, onu unutmuşum. Bu tip örnekler diğer takımlar da göz önünde bulundurularak rahatlıkla çoğaltılabilir.

Stadın satılan isim hakkıyla her yıl yeni bir Pino veya Kazım Kazım mı alacağız? Veya futbol takımının üzerinde zebellah gibi duran Adnan Sezgin gölgesi orada yer aldıkça, formasını satan oyuncular baştacı yapıldıkça, yerli futbolcu transferinde Etimesgut Şekerspor seviyesinde bir transfer politikası izlendikçe o gelecek parayla bir yıl Ronaldinho'yu, öbür yıl Ibrahimoviç'i alsak ne fayda edecek?

Biraz daldan dala atladım, farkındayım. Netice itibariyle söylemek istediğim şey para tabi ki önemli, ama nereye ve nasıl harcayacağınızı bilmedikten sonra yılda 3 milyon 5 milyon daha kazanalım diye bir camiayı, "o" camia yapan değerlerden bu kadar kolay vazgeçmek ne kadar mantıklı? Bundan dört beş sene evvel stadımızın isminin değiştiğini hayal bile edemezdik, bugün geldiğimiz nokta ortada. 10 sene sonra spor klübümüzün isminin "Galatasaray Selimoğlu Peynirleri" olmayacağının garantisini kim verebilir ?

Uzun lafın kısası, bu staddan bahsederken gönül rahatlığıyla:

"- Abi maç nerede bu akşam, deplasmanda mıyız?
- Yok abi maç Türk Telekom Arena'da."

diyebilecek miyiz?

Ben diyebileceğimi pek zannetmiyorum.

Ali Sami Yen / Highbury

Ali Sami Yen'de son maçın oynandığı bugünlerde yaşanan duygusal ortamdan dolayı stad yıkıldıktan sonra yerine ne yapılacağı pek konuşulmasa da, yakın gelecekte bu konuya da yoğunlaşılacaktır diye düşünüyorum.

Hatırlanacağı gibi, stadın arazisi geçtiğimiz Nisan ayında yapılan ihalede 416 milyon 250 bin lira bedelle Aşçıoğlu-Nurol ortaklığı tarafından satın alınmış, ihalenin ardından bu satışın pek de "temiz" olmadığı, fiyatın düşük olduğu gibi çeşitli tartışmalar da yaşanmıştı. Akabinde de stadın yıkılmasının ardından yapılacak proje üzerine çeşitli fikirler ortaya atılmış, park, otel, konut, iş merkezi ve en çok da bunların karması büyük bir proje (şu an inşaatı devam eden Zorlu Center gibi) yapılması fikri üzerinde durulmuştu.

Stadın hemen yanındaki Likör Fabrikası arazisinin de sahibi olan Aşçıoğlu İnşaat, "İstanbul'da eşi olmayan, bölgenin yüzük taşı denebilecek araziye, şehre ve bölgeye yakışır ihtiyaca cevap verecek bir proje hatta bir eser" inşaa etmeyi planladıklarını söylemekle yetindi sadece ve proje içeriği hakkında daha fazla bilgi vermedi. Dolayısıyla bu tarihi kıymeti olan stadın yerine ne yapılacağı şu an için meçhul.

Tüm bu bilgilerden sonra, benzer bir taşınmayı gerçekleştiren Arsenal'in Emirates'ten önceki yuvası Highbury Stadı'nı terketmesinin ardından gerçekleştirilen projeden bahsetmek istiyorum.


2000 yılında Arsenal kulübü Higbury'yi bırakıp, yeni bir stad inşa edeceklerini duyurmuştu. 1913 yılı Eylül'ünde açılan, 1930'larda dönemin popüler sanat ve mimarî akımı Art Deco etkisinde Doğu ve Batı tribünleri yenilenen, II. Dünya savaşı'nda bombalanan ve 1954'e kadar kullanılamaz halde kalan başlı başına tarihî eser niteliğinde olan bu stadı terketme kararını almak muhtemeldir ki kolay olmamıştı. Ancak 80'ler ve 90'ların başında 57.000 (önemli maçlarda 60.000'e çıkan) seyirci alabilen stadın kapasitesi, Hillsborough Faciası ardından yayınlanan Taylor raporuna göre yeniden düzenlendiğinde 38.419'a düşmüştü. Bu sayı Avrupa'da Arsenal düzeyinde yer alan ve mücadele eden kulüpler arasında en düşük kapasitelerden biriydi. Bunun yanı sıra, bir endüstri olarak gelişen futbol sektörü(!)nde bilet ve maç günü gelirlerinin önemi artmaktaydı. Bu gelirlerinin düşük olması Arsenal kulübünü önemli oranda etkilemekteydi. Öyle ki, bu dezavantajı ortadan kaldırmak adına 1998-99 ve 1999-00 sezonlarındaki Şampiyonlar Ligi maçlarını o dönemde 82.000 kapasiteli olan Wembley Stadı'nda 70.000'in üzerinde seyirciye oynadılar. Bu maçlardan elde edilen gelirler ve kulübün bu yoldan elde edebileceği gelirlere olan ihtiyacı dolayısıyla daha büyük bir stada sahip olunması fikri benimsendi. Mevcut Highbury Stadı büyütülemiyordu. Zira, 3 tarafından yerleşim birimleri, 1 tarafından ise yollar ile çevrilmişti. Ayrıca Doğu ve Batı tribünleri koruma altındaki yapılar arasındaydı ve yerel halk da yıkılmasına karşı çıkıyordu.


Tüm bunlar ışığında 2000 yılında Highbury'ye yaklaşık 500 metre uzaklıkta yer alacak, 60.355 seyirci kapasiteli, Ashburton Grove adlı yeni stad projelerini duyurdular. Şubat 2004'te yeni yapının inşaatına başlandı ve artan maliyetler dolayısıyla stad ismi için sponsora arayışına girildi ve aynı yılın Kasım ayında Britanya tarihinin en büyük sponsorluk anlaşmalarından biri ile (stad açılışından itibaren 15 aylık dönem için 100 milyon sterlin) isim hakkı Emirates'e satıldı. (Bu noktaya kadar yaşananların Galatasaray'ın durumu ile çok benzeştiğini düşünüyorum.) Neticede "The Emirates" resmî olarak 26 Ekim 2006'da açıldı ve Arsenal kulübü bu harika stadda maçlarını oynamaya devam ediyor.


Gelelim Highbury'ye. Hem 93 yıllık evinizin ruhunu kaybetmeyecek, hem buradan milyonlarca pound gelir sağlayacak, hem taraftarları stadın yıkılışına şahit olmaktan kurtaracak, hem de stadı aslında yıkacaksınız. Tüm bunlara ek olarak da "ulan yemin ediyorum burası benim evim gibi ya, keşke hep burada yaşasam, burada kalsam" diyen fanatiklerin hayalini gerçleştireceksiniz. İşte Highbury Square'de tüm bunları gerçekleştirmiş Arsenal Kulübü.

Highbury Square, eski stadın arazisi üzerinde inşaası gerçekleştirilen bir konut projesi ve içerisinde 1, 2 ve 3 odalı seçenekleriyle toplam 724 adet daire bulunuyor. Az yukarıda da bahsettiğim gibi Doğu ve Batı tribünleri koruma altında olduklarından dokunulamıyor. Mükemmel bilek hareketleriyle bu tribünler güçlendirilip restore edilerek neredeyse eski hallerinde bırakılmışlar. Kuzey ve Güney tribünleri ise yıkılarak yeni konut blokları yapılmış. İçinde 475 araçlık otoparkı ve spor merkezi de mevcut. Sahanın olduğu kısımsa bahçe olarak yeniden düzenlenmiş. Yani o gollerin atıldığı, maçların kazanıldığı çimlerin üzerinden sabah koşusu yapmak mümkün. Hatta biraz uzaktan bakıldığında halen daha bir stada bakıyormuş gibi hissettiriyor.


Şimdi kendimizi şanslı bir Arsenal taraftarı olarak hayal edelim. Maç günü yatağınızdan kalkıyorsunuz, evinizde, takımınızın eski stadındasınız. Kalkıp kahvaltı ediyor, evde vakit geçiriyor ve bir kaç saat sonraki maç için hazırlanmaya başlıyorsunuz. Maç saatine yakın evden, yani staddan çıkıp, stada, takımınızın maçına, 500 metre öteye, yürüyerek gidiyorsunuz. Hakikaten bir rüya. (Proje ile ilgili daha detaylı bilgi için buradan buyrun.)

Gelelim bir de işin ekonomik boyutuna. 2005 sonunda ilk kazma vurulurken satışına başlanan dairelerden Doğu, Batı ve Kuzey tribünlerinde olanların satışı 2006 ortalarında tamamlanmıştı. Araya giren ekeonomik kriz ve etkileri, kalan dairelerin satışını yavaşlatasa da proje 2009 Eylül'ünde tamamlanıp, kullanıma açıldığında tüm daireler satılmıştı. Fiyatların 250 bin ilâ 1.5 milyon sterlin arasında değiştiğini de belirtelim. Yeni stadın 407 milyon sterlin olan maliyetinin bir bölümünü sponsorundan, fakat çok ciddi bir kısmını ise bu konutların satışından çıkarmış oldu Arsenal. Hatta 2010 sonunda yayınladıkları ekonomik bültende staddan doğan borçların tamamen temizlendiğini ve Manchester City, Chelsea 100lerce milyon sterlinlik zararlar, Manchester United bile kârında düşüş açıklarken, onlar (bu projenin de büyük katkısıyla) yıllık kârlarında yaklaşık %25'lik artış sağladılar. Bir de "bu kulüp iyi yönetilmiyor", "hiç başarısı yok", "hani şampiyonluklar?" diyenler çıkıyor ya ben ona hayret ediyorum. Adamlar hem böylesi projelerle, hem de gençlere yatırım yaparak kurdukları kadrolarıyla adeta geleceklerini garanti altına alıyorlar, varsın kısa vadede kupalar gelmesin, elbet o da olur. Ama Arsenal taraftarları da işin farkında ki şampiyonluklar gelmese de, müze dolup taşmasa da, her yıl kafaya oynayan ve ortaya da kaliteli ve heyecanlı bir futbol koyan takımlarına desteklerini hiç esirgemiyorlar.

Toparlayacak olursak, Ali Sami Yen arazisinin ne şekilde değerlendirileceğini bilmesek de, geliştirilecek projenin taraftar duygu ve isteklerinden bağımsız olacağını, ortaya çıkacak yapının da Galatasaray ile çok da alakalı olmayacağını düşünüyorum. Londra'daki gibi örnekleri görünce insan "bizim kulüpler nasıl yönetiliyor" diye düşünüyor tekrardan. Umarım ben yanılırım da zaten yüreği buruk, kalbi kırık Galatasaray taraftarının gönlünü alacak ve içine sinecek bir proje geliştirilir.