24 Temmuz 2012 Salı

Beyler Yarın Transferde Büyük Gün, Haber Bekleyin

Eskiden bu iş sadece Zaytung'un bile yanında ciddi kalacağı spor gazeteleriyle sınırlıydı ama artık forumlar, twitter, facebook vb sosyal medya araçları da bu saçmalığa alet oldu. Bir şekilde yönetimle yakın bir bağı olduğunu ima edip çoğunlukla devlet istihbaratı gizliliğinde transfer söylentileri hakkında atıp tutan bir dolu abuk subuk adam var. Kimi gazeteci, kimi sadece taraftar, kiminin ne olduğu hakkında en ufak fikir yok. Açıkçası ben bu tiplere gerçekten uyuz oluyorum. Malesef kendi arkadaşlarım içinde de bunu yapan, yapmasa da bunu yapanlara peygamber gözüyle bakanlar var.


Kullanılan klişeler neredeyse hiç değişmiyor:

"Beyler, kaynak çok sağlam ancak adını açıklayamam. FB dünyaca ünlü bir yıldızı bitirmek üzere, detaylar çok yakında."

"Melo işi ya bugün ya yarın bitecek. Yarın olmazsa öbürsügün. O da olmazsa bir gün sonra. En kötü haftasonu, bilemedin bayrama kadar kesin bitecek."

"Yarın transferde çok ama çok  büyük sürprizlere gebe, bekleyin."

Neyin hesabını yapıyorsunuz arkadaşlar, varsa yüreğiniz yazın aha şu söyledi diye. "Ben yönetimde çok önemli adamları tanıyorum" gösterisi mi bu? Niye o isimler hiç açıklanmıyor? Niye yazdığınız şeylerin %90'ı palavra çıkıyor her defasında?

Bu işin kişisel boyutu, bir de olayın spor gazetesi boyutu var ki o zaten tamamen akıllara ziyan. Yazan tek bir kişi değil de bir kurum olduğu için sallamanın haddi hesabı olmuyor. Yok Ünal Aysal'ın çileği Yıldırım Demirören'miş, Tevez Cimbom'a göz mü kırpmış, Ronaldinho Fener'i Facebook'tan eklemiş, Ertuğrul Sağlam Kolo Toure'ye "Müsaitseniz bu akşam size gelmek istiyoruz" demiş, Kolo Toure kahveye bolcana tuz atmış... Eeh yeter be!

Çilek bir gün Dzeko oluyor, ertesi gün Arda. İnsua bir gün İstanbul'a geliş biletini alıyor, ertesi günü Cimbom'da İnsua şoku. Çocukluğumuz bir gün bir gazla verilip ertesi günü yalan olan transfer haberleriyle geçti ama milletin hala bunlardan bıkmamış olması da bana epey ilginç geliyor.

Benden size tavsiye, siz siz olun sonu "miş/muş" ile biten hiç bir transfer haberine pek fazla inanmayın sevgili takipçilerimiz. Transfer öyküsü futbolcu formayı giyip topu sektirmeden bit-mez!

22 Temmuz 2012 Pazar

Manu Chao - Maradona - La Vida Tombola

Manu Chao'yla ilgili nasıl olmuş da bugüne kadar bir şey yazmamışız, gerçekten şimdi farkına varıp hayret ettim. Ayıp büyük, acil telafisi gerekiyor.

Emir Kusturica'nın belgesel tadında olduğunu tahmin ettiğim (henüz izlemedim) filmi Maradona malumunuz. Filmi izlemedim, ama youtube'da gezinirken (Arif'in Manchester'a attığı golü ararken kendini Shakira klibinde bulmak) filmden bir sahne olduğunu düşündüğüm bir videoya denk geldim.

Haliyle gözlerimin uçlarından birer parça yaş damladı.



Şarkı enfes. Şarkıcı inanılmaz. Futbolcu efsane. Sahne? Herhalde dünyanın hiç bir oyuncusu böyle bir sahneyi oynayamazdı. Maradona'nın durup durup Manu Chao'ya bakışı, ellerini cebine sokup tebessümü, gözlüklerinin altından ağlayışı, Manu Chao'nun Maradona'yı görünce çocuk gibi heyecanlanması... Futbol sadece basit bir spor, değil mi?

Şarkının sözlerini tam olarak anlayamıyorum, belki yeni transferimiz bize yardımcı olur bu konuda. Takip edebildiğim kadarıyla "Eğer Maradona olsaydım, hayatı tam da onun gibi yaşardım" ve "hayat bir tombaladır" şeklinde cümleleri anlıyorum, zaten bu iki söz üzerinde düşünmek için yeter de artar bile.


Şarkının tam hali için de buradan buyrun.

Diego Diego Diego Diego Diego....

20 Temmuz 2012 Cuma

"İbne" Hakem

Türkiye'de yaşıyorsunuz. Aileniz ülkenin en muhafazakar ve tutucu şehirlerinden olan Trabzon'da. Mesleğiniz, erkek egemen toplumun cinsel göndermeleriyle dolu futbolun en zor dalı olan hakemlik. Hatta bu meslekte yaptığı iş beğenilmeyene yapılan en alışıldık "hakaret" İBNE HAKEM diye ona bağırmak. Bu koşullarda ortaya çıkıp eşcinsel olduğunu açıklamak kaç tane babayiğidin harcıdır?



Halil İbrahim Dinçdağ, cinsel tercihi açıkladığı günden bu yana hakemlikten uzaklaştırılmış durumda. Sebebi, cinsel tercihlerinin toplumun ona dayattıklarından farklı oluşu. Eşcinsellik iyidir, kötüdür, vb tartışmalara girmeye niyetim yok zira eşcinselliğin hastalık olup olmadığının tartışıldığı ülkemiz için henüz bazı şeyler hala çok erken. Ama bu adamın cesaretini açıklayamaya kelimelerin yetersiz kalacağını düşünüyorum, bu yazıyı da bu yüzden kaleme aldım. Konudan sapma olmasın ama Türkiye'de eşcinselliklerini açıklayabilecek cesareti kendilerinde bulan insanlara gerçekten saygı duyuyorum.

Her neyse, geçtiğimiz günlerde kimi adını sıkça duyduğumuz kimi ise ilk defa duyduğumuz bazı taraftar grupları bir araya gelip Halil İbrahim Dinçdağ'ın hakemliğe geri dönmesi için ortak bir duruş kararı aldılar. Homofobinin kol gezdiği Türkiye için cesur ve güzel bir karar. Bu cesur da adamın bir an evvel futbol sahalarına dönmesini canı gönülden diliyorum.

İnsanları hangi cinsiyette insanları beğenip beğenmediklerine göre değil, yaptıkları işin hakkını verip vermediklerine göre değerlendireceğimiz günleri görürüz umarım.

Arkandayız Halil İbrahim Dinçdağ ! (Amman haa, öyle değil...)

Günün Değil Yılın Değil Yüzyılın Değil Milenyumun Değil İnsanlık Tarihinin Transferi

Endirekt Serbest Vuruş kadrosunu sürpriz bir isimle güçlendirmeyi düşünüyor. Bloga yakın kaynaklardan alınan duyumlara göre Selim ve Resul kendileri gibi İTÜ İnşaat mezunu, "nereden baksan 30" vakittir tanıştıkları, oyunu iki yönlü oynamayı seven, rakibini ısıran, blogu için her şeyini vermeye hazır, yurtdışında da çok iyi tanınan dünyaca ünlü bir yıldızı kadroya katmak üzereler. ESV'nin şeftalisi olarak da adlandırlan transferin gerçekleşmesi an meselesi. Bir çok transfer haberinde olduğu gibi bu haberi de ilk duyuran kurum olmanın haklı gururunu yaşıyoruz! Ne diyelim, hayırlısı olsun.



Sempatik hareketleriyle "Şeftali"

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Kick "Racism" Out of Football


Daha dün John Terry'nin ırkçı söylemiyle ilgili yazdığım yazının ardından, bugün karşıma çıkan inanılmaz haberi paylaşmak istedim.

CM-FM serilerini takip eden ve oynayanlar iyi bilirler, oyun açılırken FIFA'nın ırkçılık karşıtı kampanyasının görseli belirir ekranda. İngilizceye hakim olmadığımız yıllarda bu görüntü bizde ister istemez heyecan yaratırdı. "Açılıyo olm oyun...Maç motorunu değiştirmişler, transfer yapma olayını geliştirmişler... Şimdiye kadarki en iyi oyun buymuş..." konuşmalarının yapıldığını ve aşağıdaki logo ekrana gelince bir arkadaşımla "high five" yaptığımızı bilirim. Artık nasıl bir kafaymışsa...
Fener'i mi alsam. Yoksa oyuna hakim olana kadar ManU'yu ya da Inter'i mi alsam. E ya Dortmund?
Tüm bunların ötesinde mesajını net bir şekilde veren ve gerçekten amaca hizmet eden bir kampanya görseli olmuştur benim gözünde. Hatta ünlü futbolcular da bu kampanyada yer almışlar ve ırkçılıkla mücadeleye bilfiil destek verme fırsatını kaçırmamışlardır.
Allahtan KKK T-Shirt'ümü bugün evde bırakmışım.
Son günlerde artan ırkçılıkla ilgili olaylar karşısında FIFA, mevcut görseli daha da etkili ve çarpıcı hale getirme kararı almış. Uzun toplantılar sonucunda da yeni kampanyada, ırkçılık karşıtı duruşunu her fırsatta dile getiren John Terry'nin rol alması benimsenmiş. Yeni görselerin Chelsea-Arsenal maçından alınan aşağıdaki fotoğraf ile süslenmesi planlanmış.



Yeni kampanyanın çok daha başarılı olacağını söylemek mümkün. Hayırlı uğurlu olsun. 

17 Temmuz 2012 Salı

Ciao di nuovo Blucerchiati...

Sampdoria'ya yeniden merhaba diyelim. 2010-11 sezonunun sonunda, Serie A'ya yürek burkan bir şekilde veda eden Sampdoria, Serie B'de geçen 1 yılın ardından geri döndü. Ligi 6. tamamlayarak play-off oynamaya hak kazanan takım yarı finalde, ligi 3. bitiren Sassulo'yu, ardından da 4. Verona'yı geçen 5. Varese'yi finalde alt ederek İtalya'nın en üst ligine - ve bence hakettiği yere - tekrardan kavuştu.

Geçen seneki yazıda, Sampdoria'nın düşüşünün ardından takımdan ayrılması beklenen oyunculardan (Ziegler, Poli, Tissone, Koman, Palombo, Pozzibahsetmiştik. Bu isimler, bu süre zarfında neler yaptılar, transfer durumları ne oldu, bir inceleyelim istedik:

Reto Ziegler: Sözleşmesi biten oyuncu, bonservis bedelsiz Juventus'un yolunu tuttu. Conte'nin takımın başına gelmesinden sonra forma şansı bulamayacağını anlayınca da kiralık olarak Fenerbahçe'mizin yolunu tuttu. Çok iyi olmasa da ortalamanın bayağı üzerinde bir sezon geçirdiği söylenebilir. Ancak, ortaya koyduğu karakter, profesyonelliği ve özellikle de 12 Mayıs'ta yaşanan hüsranın ardından tutamadığı gözyaşlarıyla Fenerbahçelilerin gönlünde güzel bir yer edindi. Hasan Ali'nin gelişi sonrası, geleceği Fenerbahçe'de görünmeyen oyuncunun transferi için kulübü Juventus'un Lazio ile görüştüğü konuşuluyor.

Sen ağlama...
Andrea Poli: Genç orta saha, ağustos ayı sonunda, 2011-12 sezonu için satın alma opsiyonuyla İnter'e kiralandı. Ligde 18 maçta görev alan Poli'nin, "yeni Pirlo" ünvanının hakkını verebildiğini söylemek zor. Zaten, İnter'in opsiyonu kullanmaması da bunun bir göstergesi. Yine de potansiyeli birçok takımın iştahını kabartan oyuncu, şu sıralar Napoli'nin gündeminde.

Moratti Başgan, beni al gözün sevem...
Fernando Tissone: O da sezonu kiralık geçirenlerden. La Liga'yı 8. bitiren Mallorca'ya, görev aldığı 27 maçta ortalamanın üstünde bir katkı sağlayan Tissone, şimdi yeniden Sampdoria'da.

Sampdoria Serie A'ya çıksın da, ben de geri döneyim.
Messi'ymiş, İniesta'ymış, baş etmek mümkün değil arkadaş.
Vladimir Koman: 2011-12 sezonuna Sampdoria'da başlayan Macar oyuncu, Mayıs ayında bitecek sözleşmesini de lehine kullanarak, devre arasında Monaco'nun yolunu tuttu. Fransa ligini ve Fransa'da yaşamayı ne kadar sevdiğini, röportajlarında sık sık dile getiren Koman'ın hisleri, Monaco yönetiminde karşılık bulamamış olacak ki 17 maç oynadığı yarım sezonun ardından Rus ekibi Krasnodar'a gönderildi.

Oh be yırttım.

Angelo Palombo: Kaptan, yarım sezon daha gemisinin başında durdu. Ancak, devre arası transfer döneminin son gününde PSG'ye giden Thiago Motta'nın yerine acil adam arayan İnter'in çağrısına kulak tıkaması mümkün olmadı. Sezonun kalan kısmı için satın alma opsiyonuyla İnter'e geçti ancak görev aldığı 3 maçta da kendini gösteremedi. Önümüzdeki sezon yine gemisinin başında, Serie A'da olacak.

Sen şuraya, sen de oraya... Bir an kendimi yine kaptan gibi hissettim ha.
Nicola Pozzi: Bahsettiğimiz oyuncular içinde Sampdoria'dan ayrılmayan tek isim olan Pozzi, hem bu tutumuyla, hem sezon boyunca kaydettiği 15 golle, hem de play-off maçlarında kaydettiği 4 golle taraftarların gönlünde ayrı bir yer edindi ve takımın da Serie A yolculuğuna önemli katkı sağladı. Şimdilik takımda kalacak gibi görünüyor.

Serie B'de atıyorum da, asıl Serie A'da atsam iyi olacak.
Serie A'ya geri dönen Sampdoria, umarız aynı kötü günleri bir daha yaşamaz ve eski parlak günlerine geri dönebilir.

But-TERRY-fly Effect


Hatırlarsınız, John Terry geçtiğimiz Ekim ayında QPR ve Chelsea arasında oynanan maçta Anton Ferdinand'a ırkçı söylemde bulunduğu iddiasıyla milli takım kaptanlığından alındı, Fabio Capello da bu müdahale yüzünden istifa etti ve yerine Euro 2012 öncesi Roy Hodgson getirildi.

Ne dedin sen!?


Bu süreçte adı milli takımla sıkça anılan Harry Redknapp'ın Tottenham'daki motivasyonu gözle görülür şekilde düştü. Şampiyonluk yarışı ve Şampiyonlar Ligi'ne direk katılma mücadelesi veren takım, sezonu 4. tamamlayabildi ve ancak ön elemeden katılma hakkı elde edebildi. Fakat, Şampiyonlar Ligi'ni İngiltere'de ligi 5. bitiren Chelsea'nin kazanması ve ertesi sene direkt katılma hakkı elde etmesiyle ülke kontenjanına takılan Tottenham Avrupa Ligi'ne kaldı. Takımın yaşadığı düşüşten dolayı başkanla arası açılan Redknapp, sezon sonunda kovuldu.

Rio Ferdinand ise kardeşine "fucking black cunt" yani "lanet olası zenci pislik" dediği için John Terry'ye inceden inceden giydirdi ve aralarındaki anlaşmazlık, gerginlik de ayyuka çıktı. Hatta takım arkadaşı Terry'yi savunan Ashley Cole'u dahi sahtekarlık ile suçlamaktan geri kalmadı.

Mazi kalbimde bir yaradır.
Yeni İngiltere teknik direktörü Hodgson Euro 2012 kadrosunu belirlerken John Terry ve Rio Ferdinand arasındaki gerginliği göz önünde bulundurduğunu da kabul ederek Ferdinanad'ı dışarda bıraktı. Hatta sonradan sakatlanan Gary Cahill'in yerine bile Rio'yu - "yedek kalamayacak kadar iyi" gibi saçma bir savunmayla - almayarak Martin Kelly'yi tercih etti. Takım turnuvayı Terry-Lescott tandemiyle tamamladı. Rio, turnuvaya gitmek yerine tatil yaptı ve maçları evinden izledi.

Aslında düşününce, gitmediğim de iyi oldu ha!
Geçtiğimiz günlerde Terry tüm ırkçılık suçlamalarından, yine takım arkadaşı Ashley Cole'un da tanıklığının yardımı ve suçlamalarda şüphe faktörünün zayıflatıcı etkisiyle aklandı. Davanın kardeşinin aleyhinde denebilecek bir şekilde sonuçlanmasıyla Rio, twitter'dan Cole için "choc ice" yani "dışı çikolata içi buz" şeklinde çevrilebilecek argo bir ifade kullanarak, onu dışı siyah içi beyaz olarak niteledi ve hem ırkçılık davasında Terry'nin savunmasında yer almasına, hem de sahtekar olduğunu ve içi dışı bir olmadığını düşündüğü tutumlarından dem vurdu. Tüm bu yaşananlardan sonra Terry'nin bulunduğu bir İngiltere kadrosuna Rio'nun davet edilme, edilse bile katılma olasılığı yok denebilir.



Sonra dün Capello Rusya milli takımının yeni hocası oldu. Önümüzde 2014 Dünya Kupası var. Grubunda Karadağ, Ukrayna ve Polonya olan İngiltere ile grubunuda  Portekiz bulunan Rusya, gruplarını ikinci bitirip olası bir play-off maçında karşı karşıya gelebilir, ya da 2014 Dünya Kupası'na farklı yollardan katılıp aynı grupta ve /veya ilerleyen aşamalarda karşılaşabilirler. Bu olası maç(lar)ı da Rusya, - bana göre dünyanın en iyi teknik direktörlerinden biri olan - Capello'nun katkısıyla kazanıp İngiltere'yi herhangi bir aşamada safdışı bırakabilir.

İşime karışmayın giderim dedim dedim, inanmadınız. Bak ne oldu şimdi !?
Son bahsettiğim olasılıkları bir kenara koyarak sormak istiyorum; John Terry'nin tüm yaptıklarına rağmen hiçbir kaybı olmazken, bu mallığı yüzünden toplamda kaç insan birşeyler kaybetmiş, kaç insanın hayatında büyük değişiklikler olmuş? Ha olur da yukarıda sözü geçen olasılıklar da gerçekleşirse, oraya bir de 53 milyon İngilizi ve İngiliz olmayıp İngiltere'yi destekleyenleri de ekleyin.

25 Kasım 2011 Cuma

Eyüp

Bu yazıda 2 kişiden bahsetmek istiyorum size, ikisinin de adı Eyüp.


1. Eyüp, 4'ü erkek 5 çocuğu olan Karslı bir ailenin 2. büyük evladı. İlkokulu birleşik eğitim veren bir köy okulunda bitirmesi bile mucizeyken, azmedip ortaokul ve liseyi de Kars'ta tamamladı. İdealleri ve hayalleri vardı. Düzenin çarpıklığına bir tepkisi, aklında fikirleri vardı. Yılmadı, çalıştı. "Mülkiye" olarak da bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazandı. 4 sene boyunca iyi derecelerle sınıfları birer birer geçti, arkadaşları arasında sevildi ve sivrildi. Öğrenci Konseyi'ne başkan oldu. Bir gün okullarına Süleyman Demirel'in geleceğini duydu. Bilinçli ve tepkiliydi. Ama yine de bir şey yapmamaya karar verdi. "Son dönemim, bitirmemi de verdim, bir stajım kaldı. Onu da tamamlayayım o zaman çıkarım karşısına" diye düşündü. Kendine hakim olmaya çalışıyordu. 


Bazen içinize bir his doğar, ne olduğunu anlamazsınız ama bilirsiniz bir şeyler olacağını. O gün de Eyüp için öyleydi. İçi kıpır kıpır ediyordu. Demirel'in konuşma yaptığı salon hınca hınç doluydu. Destekleyenler alkışlıyor, tezahüratlar yapıyor; protesto edenler de ıslıklayıp tepkilerini gösteriyordu. Eyüp arkadaşlarının "hadi sen de sor  bir soru, göster gününü" gazlamalarına tepki vermiyordu. Derken soru sormak isteyen birine elden ele uzatılan mikrofon bir anda onun eline geldi. Belki bilerek belki de içgüdüsel olarak ayağa fırladı. 


"Bu ülkeyi 1. yönetişinizde ne verdiniz? 2. yönetişinizde ne verdiniz? 3.,4. seferlerde ne verdiniz ki, 5. kez başbakanlığa talip oluyorsunuz? Bir insan bir hatayı 1 kez yapar, 2 kez yapar, 5 kez de yapmaz ki."


Salonda kısa bir sessizliği büyük bir gürültü takip etti. "Helal olsun"lar ile "Yuh"lar birbirine girdi, salondaki karşıt görüşlü öğrencilerin kendileri gibi. Güvenlik görevlileri Demirel'i Rektörle beraber dışarı çıkarırken, Eyüp'ü de kolundan tuttukları gibi Dekan'ın odasına götürdüler. "Bu yaptığın kabul edilemez, hemen disipline sevkedeceğiz seni" dedi Dekan. "Yapmayın, etmeyin" demedi. İdealist olduğu kadar dik kafalıydı da çünkü. "Bana bunu yapmaya hakkınız yok. Sırf düşündüklerimi söyledim diye beni disiplin kuruluna yollayamazsınız" dedi. Devir yapılamayanların, yapılmaması gerekenlerin yapıldığı devirdi. "Gör, bak" dedi Dekan yüzünde sinsi bir ifadeyle. Çok sinirlendi, "Bu kafayla daha çok yaşamazsınız" dedi. Dediği an pişman oldu belki ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere. "Atın bunu dışarı" diye bağırdı Dekan.


Olayın üzerinden bir hafta geçmemişti ki arkadaşlarıyla kahvaltı ederlerken, içlerinden biri "Hass.ktir" dedi, "Dekan'ı bıçaklamışlar!". Zaman karışık zaman tabii ama son günlerde Dekanla bir husumet yaşayıp, onu tehdit eden kim vardı; Eyüp. Apar topar gözaltına alındı, nezarette bekletildi uzunca bir süre, güzelce(!) sorgulandı. Tüm bunlar olurken üniversite yönetimi, ışık hızında okuldan attı Eyüp'ü. Çok da uzun olmayan bir süre sonunda gerçek suçlu bulundu ama iş işten geçmişti Eyüp için. Demirel'e yaptığı "saygısız ve utanmaz" davranışı ile Dekan'a savurduğu tehdit, kararın onanmasına ve örgün eğitimle ilişiğinin kesilmesine yetti. Hayallerini, umutlarını, halk ve millet için yanıp tutuşan kalbini alıp terketti Ankara'yı, daha da gitmedi.


2. Eyüp yağız bir delikanlıydı. 18'inden sonraki her yazı, eli ekmek tutsun, ailesine bir katkısı olsun diye çalışarak geçirirdi. Klasik "bir ustanın yanına girsin, hem işi öğrensin, hem de ticareti" mantığıyla çalışıyordu ama yöntemi biraz farklıydı. Çevrede yeni başlayan ya da devam eden şantiyelerden biriyle anlaşıyor, bir tane de işi bilen demirci kalfası bulup, bu şantiyelerin demir işlerini yaptırıyordu. Kalfayla 4 liraya anlaşıp, işverenden 5 lira alıyor, aradaki fark da cebine kalıyordu. 


Gel zaman git zaman, bazen adam eksikliğinden, bazen laf olsun diye bir ucundan tuttuğu demir işini öğrendi, hem de iyi öğrendi. O kadar ki, kardeşlerine, kuzenlerine, köylülerine de öğretip kendi ekibini kurdu. Artık başka kalfa aramıyor, kendisi demirci kalfalığı yapıyordu, hem de iyi yapıyordu. O kadar ki, işverenlerinden biri vasıtasıyla Rusya'da bir şantiyeye gitti ekibiyle. Oradaki şantiyede yaptıkları iş beğenilince Tataristan'da başka bir projeye geçtiler. Orada bir kızla tanıştı. Gencecik bir İngilizce öğretmeniydi kız. Evlendiler. Rusya'daki işler tamamlanınca, Eyüp'ü ve ekibindekileri de sıla hasreti sarınca döndüler Türkiye'ye. Eşiyle annesi de geldiler. Eyüp Kars'a dönmedi, İstanbul'da kurdu düzenini. Eşi de özel bir okula girdi İngilizce öğretmeni olarak, Türkçesini de ilerletti. 2 de çocukları oldu. Eyüp İstanbul'daki şantiyelerde demir işleri aldı, büyük işler. Artık herbiri birer kalfa olmuş kardeşleriyle idare ettiler bu işleri.


Derken geçtiğimiz Şubat ayında gazetede bir haber okudu 2. Eyüp, "25 Şubat 2011 tarih ve 27857 (Mükerrer) Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 6111 Sayılı Kanun'un 173. maddesinin geçici 58. maddesine göre terör suçundan hüküm giyenler hariç, üniversitelerden her ne sebeple olursa olsun ilişiği kesilenler ile bir programı kazandıkları halde kayıt yaptırmayanlar, Kanunun yürülüğe girdiği 25 Şubat 2011 tarihinden itibaren 5 ay süreyle öğrenimlerine tekrar başlayabilmek için ilgili ilgili oldukları Üniversite Rektörlüklerine başvurabilirler.". Bir daha okudu, yetmedi tekrar. Yıllar sonra, 2. Eyüp'e yeniden 1. Eyüp olma şansı verilmişti. Gözleri parladı. 21 yıl önce Ankara'dan ayrılırken valizine doldurduğu, ama hiçbir zaman bir kenara atmadığı hayallerinin, umutlarının üzerindeki tozu üfledi bu haberle. Kalbi zaten hep halkın ve milletin haliyle alakalıydı ama yine eskisi gibi tutuşmaya başladı. 21 yıl önce küstüğü Ankara'ya döndü. Kovulduğu okuluna başı dik bir şekilde girip yaptırdı kaydını. Bir stajı kaldı, onu da tamamlayınca hep istediği gibi siyasete atılacak Eyüp. Ha bu zamana kadar da yapardı siyaseti aslında, hatta şu anda yapanların alayından da iyi yapardı ama üniversiteden atılmış olmanın hüznü ağır çöktü hep omuzlarına, boynunu büktü, yapamadı. Ayrıca her işi, onun okulunu okuyanların yapması gerektiğine de inanmıştı Eyüp. 
Artık başı dik ve hep olduğu gibi gururlu girebilir siyaset sahnesine. 


İşte, daha yeni tanıştığımız bir gün gelip "Şefim, Simyacı'yı okudunuz mu siz?" diye sorup aklımı hoplatan, Marksist teorinin eksikleri nelerdir, Sosyalizm neden çökmüştür, sosyal devlet nasıl olmalıdır konularında ders verecek derecede bilgili, üniversite okumuş demirci kalfası Eyüp'ün hikayesidir bu.


İster istemez bir soru canlanıyor aklımda; bir ömürde kaç hayat yaşayabilir insan? 

4 Haziran 2011 Cumartesi

Rüyalar alemi

Geçtiğimiz gece hayatımın en ilginç rüya kombinasyonlarından birisiyle karşılaşınca bununla ilgili yazmaya karar verdim. Hani bir kitap okumaya başlarsınız da yazar kafa karıştırmak için sonradan birleşecek birbirinden bağımsız hikayeleri sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi ardı ardına anlatır ya, aynen öyleydi benim rüya kombinasyonum da.


Birincisinde bir otobüste İstanbul'dan San Fransisco'ya doğru yol alıyordum. Yolculuğun fiziken imkansızlığı bir yana, muavinin gelip feribot sırası beklediğimiz için normalde 20 saat olan yolculuk süresinin 21 saate çıktığını söylemesi, yan sırada oturan ve hayallerimizde derslere bile bikiniyle girip çıkan afetler olarak yer alan California hatunu, ve her koltuk arkasında bulunan medya portalında İsmail Türüt mp3 klasörü gibi detaylar rüya içindeyken bile bana "bu ne biçim rüya lan böyle" diye sordurttu. İsmail Türüt klasörünü biraz olsun karıştırmış olabilirim, itiraf ediyorum. Uçak korkumdan daha önce bahsetmiştim, kendime bu uçak korkusunu yenmek için de 2014 Dünya Kupası - Brezilya şeklinde bir hedef koydum. Lafı geçtiği zaman da "ama gemiyle, ama trenle, ama otobüsle, ama uçakla bir şekilde gideceğim" diye bahsediyorum. Sanırım bilinç altım bunların içinden bir tek otobüsle gitmeyi mantıklı olarak görüp diğerlerini silip attı. Umarım şaka yapıyordur.


Rüyanın ikinci perdesinde ise gözlerimi Stamford Bridge'deki soyunma odasında açtım. Boru değil, Chelsea'nin teknik direktörüyüm ve sahamızdaki ilk maç. Chelsea'dan oldum olası hiç hazzetmemişimdir, ne parası ne pulu beni asla cezbetmemiştir. Hali hazırda mavi renkli bir takıma (Napoli ve Marsilya hariç ama onların mavisi epey açık renk sayılır) sempati duymam epey güç. Sadece özellikle 80'li yıllarda İngiltere'nin anasını ağlatmış ruh hastası taraftar grubu Chelsea Headhunters'dan ötürü miniminnacık bir sempatim vardır kendilerine. Fakat bunun artık pek önemi yok, sonuçta ben bir profesyonelim ve eskiden pek bayılmasam da şu anda Chelsea'nin başındayım. Lampard, Drogba falan yanımdan geçip gidiyor, arada Mourinho'yu falan görüyorum. Neyse bu kadar beklemek yeter diyip sahaya çıkıyorum ve Stamford Bridge adeta yıkılıyor. Koşarak tribünleri selamlarken bir de ne göreyim, meğer rakip İngiltere'deki gözbebeğim Liverpool. İster istemez deplasman tribününe gelince duygusallaşıyor ve tribünün dibine kadar girip bir Liverpool'luya "Fuck Chelsea, I'm with Liverpool" tarzı bir şeyler söylüyorum. O da "Sen de haklısın, ne de olsa ekmek parası" dercesine gözlerini kırpıp sırtıma vuruyor. Alkışlarla turumu bitirdikten sonra şeref tribününe doğru çıkıyorum ve beni izlemeye gelen anneannemle sarılıp öpüştükten sonra rüya kendi kendine bitiyor.


Rüyanın üçüncü ve son perdesinde ise omzum Kadıköydeki 3-1'lik maçta çıkana kadar büyük bir heves ve aşkla devam ettiğim Brazilian Jiu Jitsu sporunu icra ettiğimiz salondayız, ve takımdaki en sevdiğim arkadaşlarımdan birisi olan Mert'le BJJ yapıyoruz. Omzum çıktıktan sonra bir türlü eskisi gibi olmadığı için spora dönemedim, ama 2 sene içinde hiç görmediysem rüyamda 40-50 kez BJJ yaptığımı gördüm diyerek ne kadar muhteşem bir spor olduğuna bir gönderme yapayım yeri gelmişken. Neyse Mert'le başarılı şekilde boğuştuktan sonra "İyi lan, omzum geçti heralde artık tekrar başlayabilirim" diye düşünerek rüyadan uyandım. Üçüncü rüya belki saçmalık skalasında en düşük olup akla en yatkın olanıydı kabul ediyorum, hatta uyandığım anda bu bölümü hatırlamıyordum. Sabah uyanıp maillerime girdikten sonra ise yaklaşık bir yıldır hiç konuşmadığım arkadaşımdan "Mert sizi Badoo'ya davet ediyor" şeklinde yarı spam yarı gerçek bir mail alınca bir anda rüya gözüme canlandı ve ister istemez bir "Hasss..." çektim.

Böyle şeyler muhakkak herkesin başına geliyordur. Uzun zamandır bir arkadaşınızı görmemişsinizdir, bir anda aklınıza gelir ve ertesi günü yolda görürsünüz. Çok sık olmasa da akılda yer edecek sıklıkta benim de başıma geliyor bu tuhaf meseleler ve batıl inancı sıfır olan biri olmama rağmen ister istemez aklımı kurcalıyor. Acaba normalde benzer şekilde 100 kişiyi düşünüp 99'unu ertesi günü görmüyor ve "Aa bak onu düşündüm ama nedense bugün görmedim" deme gereği duymuyor, fakat o geri kalan 1 kişiyi düşünüp görünce mi mucizelere inanıyoruz? Kimbilir...

20 Mayıs 2011 Cuma

Geleceğe Dönüş 2

Geleceğe Dönüşte 1. filmi gösterime koyan Sakaryaspor, zor da olsa 2. filmi de bitirdi. Spor Toto 2. Lig Play-Off Yarı Finalinde Bugsaşspor'u, 1-0 geriye düştüğü maçın 1-1 tamamlanan 90 dakikası ve eşitliğin bozulmadığı uzatmaların sonunda penaltılarla 6-5 yenmeyi başardı.



Uzatmalarda Sakaryasporumuz daha fazla pozisyon bulan taraf olsa maçın penaltılara gitmesine engel olamadı. Şimdi rakip Beyaz Grubu 2. tamamlayan Bandırmaspor. Bandırma, yarı finalde Selim kardeşimi üzmüş, Adanademirspor'u elemişti. Sakaryaspor inşallah bu maçta Selim için intikam da alacak.


Şaka bir yana Sakaryaspor Play-Off finallerinde kaybetmeyi bir dönem alışkanlık haline getirmişti. Umarım o alışkanlıktan kurtulmuşuzdur da Sakaryaspor'u önümüzdeki sezon TRT 1'de izleme şansına erişiriz. Final maçı Pazar akşamı ve o gece "Geleceğe Dönüş 3" başlıklı bir postla görüşmek üzere.


Yıllardan beri düştük peşine,
Sen neredeysen büyük bir zevkle,
Uykusuz gözler bir tek şey ister,
Tribünde bizler, formayla sizler.

Eller havaya, atkı boyunda
Omuz omuza İNADINA

Yollarda, sokaklarda, tek tek yürürken
Omuz omuza birlikte bağırırken
Ellerimiz havada üçlü çekerken
Gel bu sevdayı bir de TATANGA'ya sor.